30 Nisan 2010 Cuma

Son bir kez daha Buenos Aires

Bugün itibarı ile bu güzel şehri terk ederek kuzeye doğru yola devam ediyoruz. Bir aydır ev hayatı, çanta toplamama, taksi ile kolay ulaşım derken, hazırlanırken fark ettik ki tempomuzdan epey kaybetmişiz.

Gelelim şehirden son notlara, iki önceki yazıda belirtmiş olduğum Feria de Matadores’e gittik. Fakat öncesinde 1 saate yakın yol yapmak gerekiyor, şehir içindeki ilk ve son uzun yolculuğumuz da bu oldu zaten. Pazara vardığımızda giriş kısmının bizim Mahmutpaşa benzeri 3 tanesi bir milyon tezgahlarından oluştuğunu görmek epey üzücü oldu, onca yol tepmişiz, bari biraz daha içerilere doğru yürüyelim dedikçe, görüntü değişti. Meğer bir hayli güzelmiş. Şehirdeki diğer pazarların aksine ağırlık yerli nüfus olduğu için fiyatlarda çok daha makuldu. Şayet her tür bıçak ya da Arjantin çobanlarının kullandığı diğer ıvır zıvırdan almak isterseniz doğru adres bu pazar. Alto Palermo alışveriş merkezi önünden 92 no’lu otobüs 1,25 pesoya (50 centten az) getiriyor.

Daha önce anlatma sözü vermiş olduğum milonga ya da tangoya dair ne yazık ki canlı veri elimizde yok çünkü bir şekilde erteleye erteleye gidemedik. Ancak var olan bilgiler şu şekilde, şovlar gereksiz pahalı ve çok turistikler, 2-3 farklı tangocu ve orkestranın yer aldığı şovlar için yemekli ve yemeksiz alternatifler mevcut, çok param var derseniz VIP var, süper VIP var. Milongalar ise daha ziyade halkın gelip bir arada dans ettiği sizinde onları izleyerek eğlendiğiniz, varsa kendinize güveniniz aralarına karıştığınız taverna/kulüp arası mekanlar. Halktan kişiler dans ediyor derken de yanıltmasın bura halkı tango konusunda epeyce yetenekliler ve izlemesi de çok keyifli oluyor. Hatta yol boyu gördüğümüz bilumum dans eden insandan sonra diyebilirim ki en eğlencelisi sıradan insanları dans ederken izlemek, yaşlı başlı amcaların ciddiyeti, teyzelerin kıvraklığı uzun süre karşılarında dikilip izlemeye teşvik ediyor.

Ancak tabi hiç tango izlememiş de değiliz, Boca ve San Telmo’da sokakta ve bilumum lokantalarda tango yapan gruplar var, biz her birine birkaç defa gittiğimiz için “bugün performansları iyi değil, geçen sefer kıyafeti daha güzeldi” gibi yorumlara bile başlamıştık ki, Buenos Aires için süremiz doldu.

Boca Juniors ve River Plate, Arjantin’in iki manyak futbol takımı, Boca vaktiyle İtalya’dan gelen göçmenler tarafından kurulmuş halkın kulubü, medar-ı irtiharları tanrının eli Maradona; River Plate ise karşı mahallenin zengin çocukları tarafından kurulan ezeli rakip takım. Bizdeki Galatasaray –Fenerbahçe benzeri bir mücadele bu iki takım arasında yıllardır süre geliyor. Dahası dünyanın en önemli ve ateşli derbileri arasında ilk sıralarda yer alıyorlar. Bundan kaç sene önce hatırlamıyorum ancak River’in 2-0 kazandığı bir derbi sonrası, Bocalılar tarafından 2 River taraftarı öldürülüp ardından durum şimdi eşitlendi şeklinde bir hadisenin yaşandığını da söylersem aradaki mücadelenin ne kadar centilmenlik sınırları içinde geçtiğini tahmin edebilirsiniz. Biz ne yazık ki derbiyi bir hafta ile kaçırdık, sonrasında da her hafta maça gitmeye niyetlendiysek de, son hafta sonu Boca’nın tabeladaki durumunun sondan 3-4 gibi rezil bir noktada süründüğünü görünce Denizli – Ankaragücü gibi maç seyretmek yerine bıçak bakmaya pazara gittik. Ama tabi her şeye bir yana sırf renkleri için bile kalbimiz Boca’dan yana, tabii ki sarı lacivert!

Sırf sizlere şehrin toplu taşıması hakkında doğru bilgi verebilmek için rahatımızdan feragat ederek, bir gün metro, bir günde otobüs kullandık. Metro hattı epey yaygın, epey kalabalık, hız olarak fena değildi, metrobüsün içinde işe gidiyor hissiyatı yarattığından bir daha kendisine hiç bulaşmadık. Otobüs ağı anladığım kadarı ile biraz daha karmaşık, aynı otobüs giderken başka dönerken bambaşka sokaklardan geçiyor, yolu çılgınca uzatma potansiyeline sahip, binerken gideceğiniz yeri şöför beye söyleyip ona göre makinaya parayı ödemek icap ettiğinden bozuk demir parasız binmemek de faide var. Biz bir ay nerdeyse her yere taksi ile gittik, bir sefer dışında – onda da taksiye Boca’dan binmiştik, bildiniz şehrin en sakat bölgesi- ne bir kazıklanma ne de başka bir sorun yaşadık. Akşam saatleri iş çıkışına denk gelirse biraz trafik oluyor onun dışında taksileri tek geçerim. Fiyat – kalite dengesi de backpacker için bile gayet makul.

Son olarak da sıklıkla ziyaret ettiğimiz süpermarketlere değinmek isterim. Çanta ile içeri girmek pek olası değil, arada kaçılsa da illaki dolaba kilitlemek gerekiyor, bu eksi yönü. Artı yönü ise kasiyerler aldığınız ıvır zıvırı güzelce torbasına yerleştirip size öyle veriyor, içki ve et ucuz. Büyük Coto’larda önceden pişirilip hizmete sunulmuş devasa bölümler sayesinde akşam yemeği ile uğraşmaya da gerek kalmıyor.

Bu şehri fırsat bulunulduğunda illaki geri dönülecekler arasına yazarak Iguazu’ya doğru yola devam ediyoruz. Bakalım Niagara’nın rakibi şelaleler ne kadar büyükmüş.

24 Nisan 2010 Cumartesi

Buenos Aires'te fuar zamanı

Şu sıralar şehirde 36. Uluslararası kitap fuarı süregelmekte.
O bile saat 14:00'de başlıyor.
Daha nasıl anlatayım adamların genişliğini.

21 Nisan 2010 Çarşamba

Arjantin, Meksika, Peru ya da Şili

Arjantinli ressam, illüstratör ve gravür sanatçısı Antonio Berni'nin "Manifestacion" Gösteri isimli resmi. MALBA'da koca bir duvarı kaplayan orijinali burada olduğundan çok daha etkileyici, bu yolun, bu yoldaki insanların tarihinin bir özeti.

20 Nisan 2010 Salı

Madde madde Buenos Aires 1


3 haftadır buradayız, sonunda iyice şehrin yerlisi olduğumuza kanaat getirerek kimi gözlemlerimi paylaşmak isterim.

- Bu şehre yolunuz düşerse etten şaşmayın. Palermo çevresi ve San Telmo ‘parilla’-mangal da pişen bilumum etsel ürün- için doğru adresler. Her şeye evet, ama Morcilla’yı (kan sosisi)pk önermiyorum. Palermo kısmı rehber kitaplarda pek açıklayıcı geçmiyor dolayısı ile biraz kafa karıştırıcı olabilir, şöyle ki şehirde edineceğiniz bilumum haritada Palermo, 3’e ayrılıyor. Biri Palermo, arada birkaç fena olmayan lokanta ve alışveriş merkezi var. 2.si Palermo Hollywood iyi yemek için asıl bölge burası – Las Cabras’ı fiyat lezzet dengesi ile öneririz (3 kişi tıka basa leziz et + 1 şişe ucuz ama içilebilir şarap 100 peso=26 dolar=40TL gibi bir şey), eğer ki biraz daha öderim derseniz Miranda’da oldukça iyi. Palermo Soho olarak geçen bölge ise barlar, gece kulüpleri ve bilumum enteresan butik açısından epey zengin. Palermo Soho’da hafta sonları kurulan (plaza Sarmiento’da)pazarın duvarında oturup biraz soluklanayım, gideceğim barı seçeyim derken yanınıza gelip kurabiye satan birileri olursa reddetmeyin, 10 pesoya (2,5 dolar) 3 kurabiye ile gecenize renk katın.

- Hafta sonlarınızı herhangi bir açık pazarda ona, buna, şuna ve diğerine bakarak geçirmeyi illaki ihmal etmeyiniz. San Telmo bu pazarların en meşhuru, sadece pazar günleri kuruluyor, ana meydandaki antikacıların dışında pek matah bir şey olmasa da, ortam itibarı ile oldukça eğlenceli. Tango şovları, yolda şarkı söyleyenler, sokak orkestraları, pantomim gösterileri ile gün geçip gidiyor. Orta kısımdaki kimi antikacılarda bizde 80lerde pek moda olan birbirinden çirkin bijuteri takılar olsa da, onlara aldanmayın, derhal bir yandaki tezgaha geçin, benim aklım hala o gümüş çatal bıçak takımlarında misal.

Şayet tişört, elbise, çanta, şapka şeklinde bir alışverişi tercih ediyorsanız Palermo Soho, Sarmiento meydanındaki pazara gitmeniz gerekiyor, burası hem cumartesi hem de pazar açık. Yok ben daha minimal takılacağım, takı olur, enteresan bir obje olur derseniz de Recoleta Mezarlığının önünde kurulan pazarı önerebilirim. Burası da hem cumartesi hem pazar açık. Giderken yanınıza çimlere yayılmayı mümkün kılacak bir örtü falan alırsanız etrafta takılan bilumum müzik ve sanat insanının da tadını çıkarabilirsiniz. Birde şehrin biraz dışında –otobüsle 30-35dk kadar- bir pazar daha varmış, daha ziyade yerli halk gittiği için diğerlerinden daha ucuz ve daha çok gaucho (Arjantin sığır çobanı) malzemelerinin satıldığı bir yer –erkek çocukları bıçak istiyor-, orayı gitmeyi becerebilirsek orayı da anlatacağım.

- Hafta içi bir gün San Telmo bir günde Palermo civarında hafta sonu kalabalığında derin inceleme fırsatı bulunamayan butiklerde geçirmek cüzdansal açıdan olmasa da gözlem ve yutkunma açısından oldukça faideli, özellikle bizdeki her şeyin birbirine benzediği butikleme ve sergileme anlayışı açısından ilham verici. Gitmişken, fotoğraf makineniz da mutlaka yanınızda olsun. Bu şehirde her yer duvar resmi dolu ama bu bölgede en göz alıcıları yer alıyor. Üşenmeyip Calle Russel’ı bulursanız ne dediğimi daha iyi anlayacaksınız.

- Bir iki müze var şehirde, muhtemelen çok daha fazla var da biz sadece ikisine gittik. Her ikisi de uygundur. MALBA ve Buenos Aires Bellas Artes. Bellas Artes’e giriş bedavaa, dolayısı ile her an gidip gezilebilir, MALBA, çarşambaları % 70 daha ucuz, Citi Bank müşterilerine diğer günlerde de % 25 ucuz. MALBA daha güzel, eğer tek bir müze görümselseniz onu öneriyorum.

- Gece olayı bu şehirde aşmış dersem kesinlikle abartı olmaz. Gece yarısı ikiden önce nereye giderseniz gidin daha az giriş parası ödüyorsunuz -buradan çıkan sonuç şehir gece 2’den sonra asıl coşmaya başlıyor. Bu coşkunluk hali genelde 6-7 artık enerjiniz nereye kadarsa devam etmekte. Biz ortalama 5, 5:30 gibi ortamı terk ettik, içeride insanlar halen zıplıyordu. Sokaklardaki barlarda da insanlar mutlu mesut biralarını içmeye devam ediyorlardı. Turist olmanın en güzel yanı olarak hangi ara çalışıyorlar, nasıl kalkıp işe gidiyorlar hiçbir fikrim yok.

Şehirde gece hayatına renk katmak için farklı alternatifler de mevcut, arayın bulursunuz.

Bunu muhtemelen her rehber kitapta okuyacaksınız, bende hatırlatmak isterim, buranın halkı fena halde köpekperver ama bokunu alayım da çöpe atayım anlayışı yok, dolayısı ile sokaklar mayın tarlası kıvamında, yürürken aman da şu vitrine de bakayım diye dikkat dağınıklığına düşmeyin, boka batarsınız.

Bir de bunu özellikle çok sevdim, burada çocuklar okula çekçekli çanta ile gidiyorlar (belki bizde de vardır ama ben bilmiyorumdur), aman çok ağır anne sen taşı, sırtım ağrıdı durumu yok. Zaten şehir dümdüz, tepsi gibi –daha tek bir yokuşa rastlamışlığımız yok- Hatta bazı veletler işi büyütüp çantanın üzerine binmiş, çantayı da anneye çektirmekte, biz de olsa bu çekçekli çanta olayı muhtemelen bütün çocuklar bunu yapardı.

Tango nerede izlenir, milango mu yoksa şov mu? İlk sekiz tango adımı. Peki ya futbol, Boca Juniors mu, River Plate mi? Tabii ki Boca.. Toplu taşıma nasıl oluyor, olurda şehrin dışına çıkmak istersek nereye gidebiliriz acaba konularına bir sonraki postumuzda değineceğim.

12 Nisan 2010 Pazartesi

Beni bu güzel havalar mahvedecek...

Şehre geleli 12 gün oldu. İlk bir hafta gerçek bir Parteno –Buenos Airesli- gibi yaşamak için bizde ritmimizi değiştirdik, Buenos Airesliler gibi geç saatlerde yiyip (takriben 22:00), geç saatlerde yatmaya (takriben 04:00-06:00 arası) başladık ancak henüz vakitlice uyanmayı çözemediğimiz için ne yazık ki şehir keşif turlarımızda erken saatlerde başlayamıyor. Bütün bu sebeplerden ötürü önceliği evin yakınındaki bölgeleri görmeye verdik, umuyorum ki Buenos Aires’in ritmine ayak uydurdukça keşif alanımızı genişleteceğiz.
İlk durak, Recoleta Mezarlığı, evden yürüyerek 20 dakika uzaklıktaki mezarlık dünyanın en görülesi 10 mezarlığı arasında kabul ediliyor. Bana her ne kadar tuhaf gelse de gezilesi mezarlık kavramı, gidiyoruz yerinde incelemeye.

Arjantin’in devlet başkanı, asker, politikacı, şair, yazar nevinden yüzlerce önemli şahsının ebedi istiharatı konumundaki mezarlığın en popüler ölüsü Evita olarak bilinen Eva Peron. Bir nevi Arjantin’in Leydi Di’si olan Evita 33 yaşında kanserden öldüğünde Arjantinliler için çoktan kutsal insanlar mertebesine erişmiş, kendisinin fakir fukara dostu bir insan olmasının yanı sıra, genç yaşta üstelikde hastalık sonucu ölmesinin de bu sevgi selinde etkisi olduğu kuşkusuz.

Mezarlığın girişinde, içerisini daha rahat gezebilmeniz için nerede kimin yattığının işaretlendiği haritalar satılıyor, bizde bir harita alıp başlıyoruz turumuza. Bildiğimiz mezarlıklarla ilgisi olmayan, ölülerin insani boyutlardaki mezarlar yerine her biri küçük birer Yunan tapınağı görünümündeki mezar odalarına-ya da evlerine ya da binalarına- gömüldüğü mezarlıkta birkaç saat geçirmemize rağmen ben de ne o “rest in peace” durumu, ne de ölüleri rahatsız ettiğim duygusu oluştu. Aksine süs ve debdebenin verdiği rahatsızlık hissi kaldı. Estetik anlayışının maksimumda olduğu oldukça etkileyici ve güzel bir mezarlık olmasına rağmen müze gezmiş gibi oldum.
En başından beri özellikle görmek istediğim 27 yıldır her Perşembe günü saat 15:30’da Plaza de Mayo’ya gelip kaybolan çocuklarının haklarını arayan anneleri görmekti.
Arjantin'de bizim gibi tarihindeki kirli sayfaların kalın kalın ciltler oluşturacağı ülkelerden-bize benzetilişinde bu karanlık tarihin etkisi de büyük- 1976-1983 yılları arasında hüküm süren diktatörlük yıllarında, Dirty War/Kirli Savaş döneminde, rejime karşı çıkan, hakkını arayan ya da kısaca kafası çalışan yaklaşık 30.000 kişi bir şekilde ortadan kayboluyor. Yolda yürürken ya da yatağında uyurken ansızın kaybolan bu insanlar için devlet tepkisiz kalınca, e haliyle kendi kaybettikleri insanlar için tepki göstermelerini beklemek pek olası değil, anneler yavaş yavaş bir araya geliyorlar, kaybolan kızlarının ve oğullarının hakkını aramak için. Burada tanıştığımız bir arkadaşımız, bu karanlık dönemde ansızın(!) kaybolanların ağırlıklı olarak 20 ila 35 yaş arasında yer aldığını ve bugün bizler yaşında binlerce insanın annesiz ve babasız büyüdüğünü söylediğinde trajedinin bir başka boyutu daha ortaya çıkıyor.

27 yıldır süren bir eylem, annelerin de büyük çoğunluğu artık hayatta değil. Bugün, bu büyük birlikten doğan birliktelik farklı bir boyuta da taşınmış, anneler için kurulmuş bir dernek geride kalanların hakkını aramayı sürdürmek ve yaşananları tarihin unutulanlar hanesine hapsetmemek için çalışmaya devam ediyor.
Ama acının asıl yüzü hayatta olan anneler. Onları Plaza de Mayo annelerinin simgesi beyaz baş örtüleri ve ellerinde çocuklarının siyah beyaz resimleri ile meydandaki heykelin etrafında her kaybolan isim okundukça, ‘presente’ 'burada' diye bağırarak yürürken görmek mümkün. Gözlerindeki acı, inat ve inançla birleşmiş, 27 yıldır dolmayan bir boşluğu omuzlarında taşıyan bir avuç anne kalsa da geriye, her hafta bu meydanda Arjantin devletinin vicdanına baskı yapılmaya devam ediliyor.

Gelecek durak, San Telmo’da pazarı, uykusuz Buenos Aires geceleri, parillla, parilla, parilla…

8 Nisan 2010 Perşembe

Buenos Aires'te ilk günler...


Uzun süredir şehre benzemeyen, tek caddeden mütevellit sadece adı şehir olan yerleşim bölgelerinde dolaşan bünyeye Buenos Aires ilaç gibi geldi. Geniş meydanları, kalabalık sokakları, iş çıkışı trafiği ve günün her saati azalmayan insan seliyle, büyük şehir kaosuna balıklama daldık. Özlemişim.

Gelmeden önce tamamen konformist nedenlerle ev kiralamıştık, ev umduğumuzdan küçük çıksa da, ilk şoku atlattıktan sonra stratejik konumu ile kalbimizi fethetti.

Şehirdeki ilk günlerimiz için söylenecek çok fazla bir şey yok açıkçası, zira neredeyse hiçbir şey yapmadık. Ama, her ne kadar realiteye dönüşmese de her gün için mutlaka bir planımız vardı.

En son Pazar akşamüstü saatlerinde, “hani bugün San Telmo’ya gidiyorduk, saat de 6 olmuş pazar toplanmıştır herhalde gitmesek mi ki, ev de pek rahat” dediğimizde durumun vahametini fark edip attık kendimizi Buenos Aires caddelerine.

Evin etrafında market, banka, tekel bayii gibi stratejik açıdan önemli merkezleri keşif turlarımızın dışında ilk uzak yürüyüş rotamız Florida Caddesi’ne doğru gerçekleşti. İstiklal Caddesi benzeri ince uzun bir cadde, sağlı sollu dükkânlar, cadde üzeri satıcılar, aşağı yukarı yürüyen insanların arasına karışıp ne yapacağımıza karar verene kadar bir iki tur attık cadde boyu, sonunda da tabii ki önce süpermarkete sonra da eve geldik.

Kiraladığımız ev Recoleta’da. Civcivli mekan Santa Fe bulvarına 2 blok uzaklıkta. Yani Buenos Aires’in orta yerinde, vakitsel kaygılarınız yoksa, evden çıkıp şehrin dört bir köşesine yürümek mümkün, şehir zaten dümdüz ve adres sistemi geri zekalılar düşünülerek oluşturulduğu için kaybolmak da neredeyse na mümkün, tabii evin adresini unutmamak şartıyla.

Bu şehirde mottomuz konfor, dolayısı ile yürümediğimiz ender zamanlarda da tercihimiz taksi oluyor, her ne kadar kullanmamış olsak da şehir haritası üzerinden anladığım kadarı ile başarılı bir metro hattına sahipler.

Şehirde ritim, tüm güney Amerika gibi yavaş, ama haklarını yemeyeyim restoranlar dışında burada Mendoza gibi uzuuun siestalar yok, dükkânlar şayet tatil günü değilse gün boyu açık. Yeme içme kısmında ise durum o kadar parlak değil, saat 16:00’ya kadar yediniz yediniz yoksa, adamlar büyük bir rahatlıkla kapıyı yüzünüze kapatıp, açılış saatlerinin yazılı olduğu panoyu gösteriyorlar. Biz Türkler için alışılmadık olsa da, bu kıtada sistem bu.

Çalışmak için yaşamak yerine, yaşamak için çalışan insanların ülkesi Arjantin’de akşam yemekleri en erken 10’da yeniliyor, gece hayatı ise gece yarısı 2’den önce başlamıyor. Sabah 5’e kadar barda kalıp ertesi gün nasıl işe gidiyorlar, onu henüz anlamış değilim ama araştırmalarımız sürüyor, anlayınca burada sizlerle de paylaşacağım bittabi.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Dünyanın sonu... Ushuaia


Bizim evin mutfağında duvarı boydan boya kaplayan bir dünya haritası asılı. Güney Amerika’ya gelmeden önce o haritanın başında uzun saatler geçirmişliğim var. Bildiğim mesafeler ile bilmediklerimi kıyaslamak için parmağımla İstanbul-Ankara arasını ölçüp, primitif kilometre hesabı yaparken değişmez hedefim hep Ushuaia’ydı.

Dünyanın son noktası. Sanki o kadar uzağa gitmeyi başarabilirsem her şeyi yapabilirmişim gibi hissediyordum. Dünyanın sonundaki feneri gördükten var olan ve olmayan tüm yollara dair misyonum tamamlanacak ve sonsuz huzura kavuşacaktım.

4,5 ayın sonunda Patagonya’nın sonbaharı, bizim içinse gayet kış olabilecek hava şartları altında Ushuaia’ya geldik. Dünyanın sonundaki o fenere de gittik.

Beagle körfezinin ucunda, minik bir kayalığın üzerinde kırmızı beyaz bir fener.

Ushuaia Arjantin’in ve güney yarım kürenin en son kenti. Antartika’ya 1000 km uzaklıktaki bu minik kent penguen biblosu ve gümrüksüz ıvır zıvır satan dükkanların dizili olduğu bir caddenin iki yanına kurulmuş. Beagle kanalına açılan limanıysa dünyanın en rüzgarlı denizinde helak olan gemiler için sığınma noktası.

Dükkanların bitiminde, caddenin sonunda, müze haliyle bile insanın sinirlerini bozan zamanının en korkunç hapishanesi yer alıyor. 5 bloktan oluşan cezaevinin bir bloğu en ufak bir restorasyon dahi yapılmadan ilk hali ile bırakılmış. 20 cm’e 20 cm boyutlarında bir ışık boşluğuna sahip 2 metrekarelik hücrelerin yan yana dizilmesinden mütevellit binanın bu bölümünde, sobalarda özellikle yanmıyor ki, her ne kadar az önce bilet parası ödeyip girmiş olsanız da Patagonya’da bir cezaevinde olmanın trajedisini dibine kadar yaşayın.

Biraz daha restore edilmiş diğer blokta ise hücrelerin kapısında vaktiyle orada yatan kişi hakkında bilgiler, gazete kupürleri ve fotoğraflar yer alıyor. Kimi hücrelere yataklar ve mahkûmların 3 boyutlu hafif karikatürize heykelleri konulmuş. Abilerin kostümlerinden Daltonların modacısının Ushuaia’ya hapishanesi içinde çalıştığını anlıyoruz.

Duşlar, daha önce Almanya Hadamar’da gördüğüm Nazi’lerin gaz odaları ile birebir aynı mimariye sahip, kimin ne yaptığını açıkça görülebilsin diye, tuvaletlere özellikle kapı konulmamış. Mahkumlara sosyalleşecek ortam olsun diye de yapılmış olabilir tabi, adamların hakkını yemeyeyim.

Buralara kadar gelirseniz, bu adı denizcilik müzesi olan ancak denizcilikle ilgili yegane kısmını iki gemi maketinin oluşturduğu hapishaneyi gezmeden dönmeyin. Kendisine sunduğumuz beleş bilete rağmen, iki adım yürümeye üşenip, hostelde kendini bilgisayara veren Efe gibi olmayın.

Dünyanın sonundaki malum fenere gitmek için, limanın girişindeki acentelerden, elimizdeki kitaba göre bize %10 indirim yapanı seçtik. Şayet bir yerlerde Get South diye minik bir kitapçık görürseniz, edinin, her şehirde illaki bir faydası oluyor. Misal Buenos Aires’te de kendisi sayesinde ücretsiz şehir turu yapacağız.Fener’e gidecek olursanız turun içine 20 kadar deniz aslanı ve 40 kadar kuşun yaşadığı bir kayalığı daha paketin içine dahil ediyorlar. Bu turu almanızı pek önermiyorum, zira 5 dakika fener, 10 dakika da bir avuç hayvan görüp dönüyorsunuz. Bu turun bir boy büyüğü ise 1,5 saat sonra penguenlere ulaşmanızı sağlıyor. Mevsim itibarı ile penguenler sayıca azalmış olsalar da (penguen mevsimi Ocak-Şubat) dünya gözü ile penguen görmek için biz de bu tura katıldık. Dünyanın en komik hayvanları arasında ilk beşe oynayan penguenleri de gördükten her kuşu becerdim bir leylek kaldı hesabı Ushuaia’da yapacak pek fazla bir kalmıyor.

Şu an bu satırları Buenos Aires’te bir evde aman bre deryalar dinler ve dibine kadar Arjantin şarabına dolanmış halimle yazmaya çalıştığımdan yazının geri kalan kısmı fazlaca tuhaf olabilir, bilgisayarınızın ayarı ile oynamayınız.

Penguen dünyasını gördükten sonra Ushuaia’da her ne kadar yapacak çok bir şey kalmasa da yoğun baskım sonucu araba kiralayarak vuruyoruz kendimizi bir kez daha Patagonya düzlüklerine. Hedef Estancio Harberton. Thomas Brigde adlı bir adam, bu dünyanın en son noktasına gelip kendisine bir yeni hayat kuruyor. Patagonya’nın gerçek sahipleri olan Ateş Kızılderilerine Hıristiyanlığı öğretme ve onları cici birer Hıristiyan yapma derdine düşen Bridge’in torunları halen Harberton denilen ve üzerinde bir evden daha fazlası olmayan bu bölgede yaşamaya ve turistlere büyük dedelerinin evinin yanı sıra kek ve kahve satmaya devam ediyorlar.

Brigde’i enteresan yapan gelip dünyanın aklına dahi gelmeyen bu köşesine yerleşmesinden ziyade bölgenin Kızılderilerine ait Yaghan dilini öğrenmesi ve 30.000 maddelik Yaghan sözlüğünü hazırlamış oluşu. Gerçi tüm kelimelerin karşılığını yazamadan diğer dünyaya göçmüş olsa da, Bridge, dünyanın birbirinden uzak onlarca köşesinde süre gelen tuhaf hayatların Patagonya temsilcisi olarak altın madalyayı hak ediyor.

Tüm cimriliğimize rağmen Harbertonların evinde –dünyanın en son noktasında- kahvelendikten ve leziz birer pastayı mideye indirdikten sonra Ushuaia’ya geri dönüyoruz. Yeni hedefimiz “güzel havalar” diyarı Buenos Aires.

Bakalım kahramanlarımızı neler bekliyor?