23 Ağustos 2010 Pazartesi

zooda Hürriyet Seyahatte!!

Her ne kadar meslek kısmında biraz karışıklık olsa da -illüstratör olan Tansu, yazar olan ben oluyorum- ilk röportajımız olması münasebeti ile kendisini Zooda'da yayınlıyoruz.

buyrun tıklayın okuyun

16 Mayıs 2010 Pazar

Arjantin-Şili! Burada yenir et diri ve iri

Mendoza

Denizi olmayan İzmir diye tabir edebileceğimiz (gerek üzümü gerek sıcak havası) Arjantin’in bu şirin kentine geliniz, hatta mümkünse şarap festivali dedikleri Vendimia zamanına denk getiriniz yolculuğunuzu…

Şarabı seviyor, restoran restoran gezmeyi bir hayat felsefesi olarak benimsiyorsanız Mendoza’da aradığınızı kesinlikle bulacaksınız. Gece saat ondan sonra canlanan şehirde her zevke her mutfağa uygun (fiyatı ile doğrultulu) birçok seçenek var. Siz şimdi aa aaaaaa hepsine gittiniz mi diye soruyor olabilirsiniz… cevabımız tabi ki hayır ve fakat hepsinin önünden geçip ağzımızın sularını kontrol altına alabilme başarısını gösterdik.

Yemesi dışında içmesi ve özellikle şarap içmesi ile ünlü olan Mendoza’da üzüm bağlarına doğru kültür turları düzenleniyor. Biz denedik, tavsiyem bu turlardan birine katılınız ( içine yemek dahil olmayan tadım turları bütçesel olarak daha az acı vermekte). Bi şarap nasıl oluyor da oluyor? sonrasında nasıl oluyor da şarhoş oluyoruz? çok şarap içmek alkolizm midir? sorularına cevap bulacağınız bu turda bol bol ve çeşit çeşit şarap tadıyorsunuz. Mendoza bölgesine has üzüm çeşidi nedir? Kültürel sorusunun cevabı: Malbec… Marketlerden ısrarla isteyiniz! İstemekten korkmayınız zira şarap fiyatlarının uygunluğu insanı alkolizme yöneltiyor… İspanya menşeili bir üzüm olan Malbec, havası sebebi ile Mendoza’da daha iyi tutmuş, sonrasında tuttun şimdi bırakma felsefesi ile gelecek nesillere taşınmış ve şişelenmiş.

Sonuç olarak Mendoza’da şarap içilir içilir içilir…

Bariloche

Mendoza’dan güneye doğru giderken İsviçre’yi göreceksin, sakın şaşırma… Evet evet ne oldu demeyin, nefis doğası ile Bariloche’yi bi deneyin.

Gerek doğası, gerek soğuk havası, gerek mimari yapısı, gerek çikolatası ve gerekse Saint Bernard köpeği ile Arjantin’in şirin İsviçre kenti Bariloche… Gezmek için araba kiralayınız ve doğaya doyunuz. Zaten doydunuz o zaman beslenmenize fazla gerek kalmadı. Bu yüzden yeterli kalori almak için bol bol nefis çikolatalardan yutunuz. Bir cadde boyunca serilmiş çikolata tükkanlarından herhangi birine dalabileceğiniz bu kentte, biz Abuela Goye Patagonia isimli tükkana daldık ve çok memnun kaldık. Artık fazla serotenin hormonu salgılamaktan mıdır nedir, ağzımız kulaklarımızda kendimizi dağlara bayırlara vurduk…

El Calafate

Efe ile buluşma noktası olarak belirlediğimiz bu kentte, Efe ile buluşmamızın hakkını vererek güzel bir market alışverişi yaptık. Kolları sıvadık, mutfağa daldık. Arjantin etlerine yabancı olmamızdan kelli mangal olayına burada dalmadık. Daha çok özlediğimiz Türk yemekleri ve ucuz Arjantin birası yuttuk. E tabi isimlerini öğrenmek için birkaç et denedik (et isimleri ve lezzet furyası daha sonraki şehirlerde). Şehirde tek tük ama üfff restoranların camlarından, koca bir mangal üzerine gerilmiş kuzuları gözlemledik. Bundan sonrası için beraber yiyeceğimiz etlerin hayalini kurarak bütçelerimizi tekrar gözden geçirdik…

Puero Natales – Şili

Şili’nin bu daha soğuk kasabasına iner inmez ağzımıza layık, arka bahçesi olan bir hostel seçtik. Hostel sahibi olan Cristobal’den mangal nasıl yakılır konu başlıklı ilk dersimizi aldıktan sonra lezzet furyası başladı. Öncelikle mangalın Asado olduğu ile başlayan dersin sonunda kendimizi Asterix çizgi romanından hatırlayacağınız üzere bir Galya sofrasında bulduk. Tabi ki bir Galyalıya uygun olarak elle daldık etlere… Kasabın kaldığımız hostele yakın olması ve 2 litrelik şarabın çok çok ucuz olması sebebi ile her gün Asado yaptık.

Alınan dersler:

Mangal asadodur. Asadoluk etler kasaba sorulmalıdır. En yumuşak et Lomo’dur. Chorizo (sucuk gibi) çok lezzetli çok fena bişeydir. Castillo kaburgadır, yerken kemikler üzerinde et kalmayana kadar sıyrılmalıdır. En güzel et Patagonya’da bulunur, zira en körpe en dana hayvanlar Patagonya düzlüklerinde güdülür…

Punto Arenas –Şili

Pasifik Okyanusu’nun iyot kokusunu hissedebileceğiniz Şili’nin bu sevimli kasabasında, biz üç şilahşörler olarak  kendimize yeni bir görev edinip – e madem okyanusla bu kadar dip dibeyiz biz Türkler balık yemeliyiz- konu başlıklı arama ve çok yürüyüş sondajımıza başladık. Yaklaşık bir saatlik haritasal ve içgüdüsel arayışın ardından balık halini bulduk. Kimbilirneçokbalıkvardır hayalimizi denizin dibine sokan balık halinde, tükkanlarını kapatmaya hevesli üç balıkçıdan en sevimlisi olan balıkçı teyzede karar kılarak ve adlarını bilmediğimiz balıkları dürterek balık alma isteğimizi bildirdik. Teyzenin ispantolcasından mıdır nedir ayrıca zaten Fransız olduğumuz okyanus balıklarından levreğe yakın olanı gözlemlediğimiz adı gayet İspanyolca olanına hamsi fiyatı verek teyzeye temizlettik. Sonrasında meşhur market alışverişlerinden birini gerçekleştirip hostelimizde balığımızı buğulama tarzında şereflendirdik. Yemekten sonra marketten edindiğimiz piscoyu, hostelde yemek yaparken bizi hayretle izlerken tanıştığımız İsrailli çiftle paylaştık.

Ertesi gün bu şehirde balık yemek yerine, bu bölge ile ünlü king crap (dev kırmızı yengeç)

yemenin parlak fikriyle uyandık. Şehirde bulduğumuz balık lokantasına adım atarak menüdeki kral yengeç amcanın çok kral bir fiyattan satıldığını gözlemledik ve adımlarımızı geri aldık. Balık ve yengeç yemenin manasızlığına hostelde yemek yapmanın manasızlığı eklenince biz de dışarıda yemenin doğrultusunda daha önceden bilgisini edindiğimiz tenedor libre ( açık büfe yiyebildiğin kadar ye, üstelik barbekü dahil) restoranına sandalye attık. Türk gibi açık bife yiyip, mangalında kuzu gerili barbekü odasından isimlerini hatırladığımız et parçalarından yedik hattaben biraz abarttım. Hep aynı eti yemenin verdiği acı ile (Castillo ve chorizo) bundan sonraki rt duraklarıbdan önce et isimlerini öğrenmeye yemin ettik…

Ushuaia-Arjantin

Dünyanın sonuna gelip son dwefa yemek yiyeceğiz hissiyatı ile Ushuaia’daki market alışvarişlerimizi iyice abarttık. Havanın her tür bölümümüzü dondurması sebebi ile dışarıda mangal yakma eyleminden vazgeçip hosteldeki insanlarla sosyalleşmeyi seçtik. Kendilerine köfte pilav tabule şakşuka yaptığımız hostel ahalisi bizi kutlayarak bulaşık yıkamayı gerektirmeyecek temizlikte tabaklarını süpürdü. Biz de bu durumdan dolayı kendimizi biraz içkiye verip her gün şu viski bu votka o bira denedik. Sonunda Arjantin litrelik biralarının çok güzel olduğunun kararına varıp her gece ayrı bir marka bira denedik (Quilmes, İsenpeck, Scheineder, İmperial).

Hostelden sıkılıp dışarı markete çıktığımız aralarda yol üzerindeki restoranlardan king crap araştırması da yaptık ve fakat bu meretin hiçbir yerde ucuz olmadığını gördük. Dolayısı ile king crap tadamadan ve daha fazla soğuktan donmadan Buenos Aires’e gitmeye karar verdik…

Buenos Aires burada et yiyor herkes…

Daha taksiden adımımızı atar atmaz sokak köşesindeki pizza fabrikasını keşfederek başladık Buenos Aires’e. İlk denememizde isimlerini bilmediğimiz lezzetli pizzaları yiyip sonraki denemelerimizde bilinçli hedefe ulaştık az metre kare pizza fabrikasında.

Lezzet hezeyanı geçirdiğimiz bu şehirde uzun vadeli alışverişler yaptığımız market hikayelerini geçip nerede et yenir bilgisine geçmek istiyorum.

San Telmo Desnivel parillla lokantası hem fiyatı hem de lezzeti ile çok leziz. Bite de Chorizo yiyip vino de la casa içiniz (T-bone steak ve kırmızı şarap). San Telmo’ya bir Pazar günü uğramayı unutmayınız, niye mi? Desnivel’e Pazar günü rastladım, sevinçli bir açlık içerisindeydim, derinden bakınca barbeküye, etleri cızırdarken gördüm. Dedim Lomo sandwich, dedi ok amigo, ardından büyükçe bir parça cızırdayan lomo parçasını aldı ve büyükçe bir dilim kesti. Yarım ekmeğin içine atıverdi hiç düşünmeden. Efe ile birbirimize baktık ve sonrasında el yapımı sosların olduğu masaya koştuk ( chimi sos favorimiz). Sosu ete ve ekmeğe yedirdikten sonra bu sandviçin ikimize fazla geleceğini anlayıp derhal et sorumlusu eliaçık mangalcı abiye gidip ikiye bölmesini rica ettik 5 peso da bahşiş attık. Efe bizden daha uzun süredir gezdiği için çocuğun ete kana ihtiyacı vardır diye büyük parçayı ona verdim. İster inanın ister inanmayın çöktüğümüz kaldırımda tam 3 dakika içerisinde sandviçlerimizi yuttuk. Edacım biricik karıcııma da alışverişten döner dönmez bir lomo sandviç ısmarladım. Karıcıım da gayet yuttu...

Palermo lokanta cenneti. Biz bu bölgede iki ayrı lokanta denedik. Las Cabras fiyatının uygunluğu yanında, lezzeti ve porsiyonun bolluğu ile bizi hezeyana uğrattı. Bife de Lomo, Mixto Achuraz, Bife de Chorizo yiyip tabi ki ev şarabı içiniz. Bu bölgedeki diğer lezzet fırtınası görece daha şık, Miranda isimli lokantada kopuyor. Yine et yiyiniz. Chorizodan vazgeçmeyiniz. Lomo yiyip kendinizden geçiniz…

Buenos Aires’e gelip her küçük köşede bir barbekküye rastlayıp, cızırdayan chorizoları görüp koklayabilirsiniz. Hatta bir adım daha atıp, ayyyy pistir bu demeden gözü kapalı yiyebilirsiniz. Zira şehire gezerken bize gelen aacıkma seanslarını bastırmak için mekan gözetmeden her yerden choripan (sucuk ekmek) yedik ve hiç pişman olmadık.

Eğer barbeküden sıkılırsanız Recolata – Bario Norte bölgesinde yer alan Cumana’ya (kumanya diye tabir ediyoruz) uğrayınız. Castrol diye nitelendirdikleri tencere yemekleri damak tadımıza çok yakın. Locro (etli fasülye) ısmarlamanızı öneririm. Zira her lokmada bizim kurupilavı hatırlayıp anılara dalıyorsunuz. Bu cumana lezzet mekanında yerel insanlar ile tanışmak kaynaşmak çok kolay ve fakat bir mate (Uruguay çayı – su kabağından bir kaseye mate çayını döküp içine bir demir pipet daldırıyorlar sonrasında sıcak suyla mateyi sulayıp sıcak sıcak hüpletiyorsunuz pipetten) söyleyip ortamı ısındırmanız lazım. Bu Arjantinliler her yerde (otobüs kullanırken bile) içiyorlar bu çayımsı acımsıyı. Sosyalleşmek için matelerini dudaktan kalbe misali barış çubuğu muamelesi ile paylaşıyorlar. Gelenek mateyi servis edenin bizdeki saki misali bitenleri doldur amigo tarzı sonsuz serviste bulunması. Siz gracias be abi diyene kadar paylaşım devam etmekte. Cumana lokantasının mate yanında bisküvi ve tereyağından oluşan jumbo menüsü de mevcut. Biz üç kişi mate isteyip 2 saat kadar daha oturduk yemekten sonra. Bitmeyen bir termos sıcak su ile geliyor mate ve bitiricem diye helak oluyorsunuz... İçerken dudaklara ve dillere dikkat.

İguassu Şelaleri

Şelaleler muhteşemdi amaaa, yorgunluk atmak için akşam yemek için keşfettiğimiz parillacı daha da muhteşemdi. Arjantin ve Güney Amerika gezimizin son durağı olan bu noktada, Türkiye’de etin kilosunun 30 TL yi geçmiş olduğunu anımsayıp veryansın ettik son kez ete, lomoya, chorizoya.

Dikkat edilmesi gereken tek bir husus, sakat et tabağı ve hezeyanı ısmarlarken içerisinde morcilla (kan  sosisi) olmaması. Tadı pek hoş olmayan bu et türevinin bıçakla kesildiğinde hoş olmayan bir görüntü sergilemesi.

Son olarak Arjantin’de tüm barbekü ürünü etlerin (sakat atlar hariç) orta kıvam pişmesi. Tabağınıza gelen büyük parça eti bıçakladığınızda içinin pembe görünmesi bu yüzden. Sakın geri göndermeyin, biz denedik gayet mükemmel (kesinlikle pişmemiş muamelesi yapmayınız). Adamlar biliyorda kilosu 30 pesodan – 12 TL gibi bir para – et satıyorlar ve hergün et yiyorlar doğal olarak. Tereciye tere, Chicoslara ( çocuklar, adamım, abijim...) et satılmaz...

11 Mayıs 2010 Salı

Ve döndük, bunlarda son sözler, şimdilik.


Yol bitti, biz de eve geri geldik. 4 farklı havalimanı, 18 saat uçuş, 10 saat bekleme, toplam 2 gün sonunda 2 yorgun ama mutlu savaşçı olarak kedimize-sayın totoro-, ailemize ve arkadaşlarımıza kavuşmuştuk.

Ne hisseder insan 6 ay sonunda eve dönünce, pek sıradan olmayan bir altı ayın sonunda, iki sırt çantasına sığdırılan ve yol boyu çek çekli bavul hayali kurulan bir altı ayın sonunda kafasının içinde dönüp duran bir takım fikirle eve geri geldiğinde.

Bu yoldan büyük beklentilerim yoktu, uzun süre bir hayaldi, zamanla yerini hayalden takıntıya dönüştürdü, gün geçtikçe, eğer bu yola çıkmazsam bir sonraki adıma atlayamayacağımı düşünsem de kendimi gayet güzel bir şekilde rutine teslim etmeyi tercih ederek, işimi değiştirdim, spor salonuna yazıldım, taksitli alış verişlere giriştim. Sonra yavaştan güney Amerika’ya gidilinsin fikri tekrar dürtüklemeye başladı, kolay olmadığını itiraf etmeliyim, para biriktirmekten ziyade harcamama kısmı epey yorucu oldu, ama başardık. Eylül ortası bir gün Dikilitaş’taki yüksek binalardan birine girdik, gişedeki kadın kimliklerimizi alıp yerine bizi 17. kata ulaştıracak elektronik kartları verdi. 17. katta gelince indik, kapının zilini çaldık, 5 dakika sonra bütçemizin önemli bir kısmını oluşturan meblağayı kredi kartlarımız aracılığı ile gişedeki bayana bırakmış ve bizi İstanbul-New York- Sao Paulo- İstanbul hattında uçuracak biletlerimizi almıştık, artık tren raydan çıkmış ve olayın gitsek mi acabası kalmamıştı. Sonrası görece olarak daha kolay oldu, istifalar edildi, aileler ve arkadaşlarla ayrı ayrı partiler yapıldı, çantalar birkaç kere hazırlandı, son gece “aslında her şey internette de var gitmesek acaba konulu geyik türlü defalarca yapıldı ve maaile olarak uğurlandık. Gerisini zaten biliyorsunuz.

Benimse bu uzun girizgah sonrasında asıl gelmeye çalıştığım kısım “eveeet geri döndük de ne oldu peki” kısmı? Bunun da tabi bir başlangıcı var, planlarımızdan erken döndük, çünkü evde bizi bekleyen ve ameliyat olması gereken bir babamız vardı, her ne kadar kendisi bunu hiç çaktırmayıp Oscar yıldızlarına taş çıkaran bir performans sergilese de neyse ki kuşlar haber verdi. Gelmek için bu sefer İstanbul’dan sonra ikinci evimiz olan Buenos Aires’te benzer yüksek bir binanın bu kez 24. katına çıkan bir asansöre bindik, bu kez gişede bir bay vardı, gene kredi kartlarımızı uzattık, gene şifreler tuşlandı. Asansörle aşağı inerken birbirimize bakıp –sanki hiç gitmemiş gibi oldu- dedik, İstanbul’dayız bir haftadır ve aynı his devam ediyor, sanki hiç gitmemiş gibiyiz.

Ama, aması var, burada bir virgül koyup öyle devam etmek gerekiyor, gitmemiş gibiyiz, ama gitmeden önceki biz değiliz artık, bunu biliyoruz, hem de çok kesin olarak biliyoruz. Basit tanımıyla şarj olduk, uzun yıllar, daha önceki uzun yıllarda biriktirdiğimiz onlarca detayın getirisini yiye yiye epey hafiflemiş, boşalmıştık, o boşluk yavaştan dolmaya başladı, kırmızı ışık, yeşile döndü. Bundan sonraki yegane amacımız bu şehirde de yolda olduğu kadar dingin ve gözleri açık bir şekilde hareket etmek olacak. Yapabilecek miyiz, yoksa bir yerlerde tökezleyip daha kolay ama sıkıcı olanı mı seçeceğiz, bunu zaman gösterecek. Şimdilik tek plan, istemediğimiz hiçbir şeyi yapmadan, önce istediklerimizin üzerine yoğunlaşmak, bu blogu olursa bir kitaba çevirmek-yanı başımızda basılı hali de dursun diye-kendimize verdiğimiz bu molayı mümkün olduğunca uzatıp, çalışmak için değil, yaşamak için yaşamak. Ve ne yazık ki pek mutsuz ve suratsız ülkemiz de, gülümseyebilmeye devam etmek.

Şimdilik olan biten bundan ibaret.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Iguazu kardeşler


Dünyanın en büyük şelalelerine ev sahipliği yapan Iguazu nehrinin iki yakası Güney Amerika kıtasının en büyük iki ülkesi Arjantin ve Brezilya tarafından paylaşılmış. Dolayısıyla şelalelerin tamamını görmek istiyorum hissiyatındaysanız bu bölgede en az iki gün şart hatta 2 günden fazlası gereksizde denilebilir.

Buenos Aires’ten 18 saatlik bir otobüs yolculuğu ilke ulaşmış olmamız neticesinde-otobüs her ne kadar cama, yatılabilitesi mümkün, bir araç olsa da çok aranasımız olmadığı için hemen terminal karşısındaki ilk hostelele yerleştik. Derhal ücretsiz kahvaltımızı mideye indirdikten sonra da şelalelerin Arjantin kısmına doğru yola çıktık. Bir ay sonra doğaya dönüş.

Bu iki ülke şelaleleri kendi aralarında paylaştıklarından ve muhtemelen gayrı safi milli hasılatlarına güzel bir katkı sağlandığından tek günlük turistleri kendilerine çekebilmek için türlü numaralara girişmişler, öncelikle her iki milli parkın içine de kocaman bir otel kondurulmuş, Arjantin tarafında süper tipsiz ve doğaya uyumsuz Sheraton vardı, Brezilya’daki otelse en azından mimari anlamda gözü tırmalamayan daha makul bir bina. İkincil olarak her parkın içinde türlü atraksiyon mevcut, koca kamyon kasalarına doluşup milli parkın içinde hoplaya zıplaya gezmek, sürat botu içerisinde şelalelerin altına gidip donunuza kadar ıslanmak, bunge jumpeng yapıp tepe üstü şelale görmek-bu bir tek Brezilya tarafındaydı- gibi farklı seçenekler sunmuşlar. Son olaraksa parklar büyük olmaları sebebiyle nazenin turistçikler-bunlar biz değiliz tabii, diğer amcalar ve teyzeler oluyor- yorulmasın diye her iki parkın içine de asıl hadiseye varıncaya kadar sizi götüren bir toplu taşıma ağı var. Arjantin tarafında bu havadar bir trencikken, Brezilya tarafında çift katlı üstü açık otobüs olarak karşımıza çıkıyor.

Bu arada son bir not olarak hediyelik herhangi bir şey alacaksınız banko Brezilya tarafı, adamlar uğraşmış didinmiş güzel tişörtler, magnetler, oyuncaklar ve bilumum kıvır zıvır yapmışlar. Bir tek kar küresi yoktu onu da tropikal bölgede yaşamalarına verdim.

Önce Arjantin maceraları; Suların gereğinden fazla cozutması sebebiyle bizim bulunduğumuz günlerde Arjantin tarafının bir kısmı kapalıydı, ancak aynı yeri ertesi gün farklı bir açıdan Brezilyadan göreceğimiz için durumu umursamayarak başladık heyecanla yürümeye. Daha birkaç adım atmadan kedi boyutlarında karınca yiyenin küçüğü diyebileceğimiz, aramızda niyeyse kunduz olarak adlandırdığımız bir hayvanat yanımızdan hızla geçince beyler hemen fotoğraf makinelerine uzandılar, meğerim içerisi o hayvanatın arkadaşları ile doluymuş bir de üzerine pek yüzsüzmüş kendileri bu durumu da iki soluklanalım da bir sandviç yiyelim diye oturduğumuz kafede kendilerinden bir grubun yoğun tacizi yüzünden kapalı alana geçerken yakinen yaşamış olduk.

Şelaleler kolayca gezilebilsin diye Iguazu’nun Arjantinli Belediyesi hiçbir masraftan kaçınmamış ve şelaleler boyu yürüyüş yolları ve olayı yakından görebilelim diye platformlar döşemiş. Suyun sesi uzaktan geldikçe adımlarımızı hızlandırarak ilk platforma vardığımızda fark ediyoruz ki bu güne kadar hiçbirimiz gerçek anlamda bir şelale falan görmüş değiliz, yani eğer ki bizim gördüklerimiz şelale ise peki bu ne? Yan yana dizili onlarca şelale birleşerek deeeev bir şelale yaratmışlar ve kendilerini kaybetmiş bir hızla akmaktalar, her yeni platformda bu şelaleler silsilesi aralarda gökkuşakları oluşturarak farklı bir açıdan görünüyor, ve mütemadiyen daha ileri gitme istemi yaratıyorlar. Muhtemelen mevsimsel nedenlerden ötürü etrafı yoğun bir kelebek nüfusu sardığından ara ara şelalelere olan ilgimizi kaybedip bilumum renkteki kelebeklere odaklanıyoruz. Biz odaklanırken Efe kendini kaybedip kelebek avcısına dönüşüyor. Bknz Efe Flickr.

Sayın şelaleleri yukarıdan iyice incelediğimize kanaat getirdikten sonra aşağı kesime yöneliyoruz, aşağıda da yukarıdaki gibi yürüyüş yolları ve platformlar oluşturmuşlar ancak buradaki platformların yukarıdan belirgin farkı ıslanıyorsunuz, zira belli bölgelerde yok olmakla birlikte genel bir su sıçrama durumu var. Kontrollü bir yürüyüşle minumum ıslanarak turu tamamladıktan sonra hafiften pelte kıvamında şehre geri dönüyoruz.

İkinci günün rotası Brezilya, Brezilya halkının normal şartlarda daha gevşek olmalarını beklerken, Arjantin’den daha organize çıkıyorlar. Bu kez şelalenin tepesinden değil tam karşısından yüründüğünden manzara daha güzel olsa da dünkünün aksine çok yoğun bir su sıçraması hakim, bu sıçrama hiç yok olmadığı gibi aksine artarak çoğalıyor. Neyseki hava sıcak ıslanıp ıslanıp kuruyoruz. Dün Arjantin tarafından göremediğimiz şeytan durağı “devils parada” üzerinde yürümeyi olanaklı kılan rampaya geldiğimizde öncü kuvvet olarak Efecan’ı gönderiyoruz, sonuçta Efe epeyce bizse gayet makul ölçülerde ıslanarak parkın son kısmına ulaşmayı başarıyoruz. Brezilya tarafı gezintisel olarak daha kısa sürse de benim açımdan daha etkileyici bir görüntüye sahip, beylerse öncelikleri fotoraf olduğundan konu hususunda çekimser kalıyorlar.

Brezilya (Foz de Iguacu) tarafına ulaşmak için Arjantin’den(Puerto de Iguazu) kalkan 2 tip otobüs var, biri turistler için olanı terminalden alıp parkın kapısına kadar götürüyor ve aldığı yere tekrar teslim ediyor. Arada hem Arjantin’den çıkışınıza hem de Brezilya’ya girişinizi mümkün kılan giriş çıkış damgalarınızı yaptırmanıza olanak tanıyor. Diğeri ise saatleri belirsiz olan halk otobüsleri (collectivo), bu otobasların şoförleri sınır kapısında durma ihtiyacı hissetmediğinden pratikte Arjantin’den çıkıp Brezilya’ya girmiş olsanız da resmi olarak Arjantin’de kalmaya devam ediyorsunuz. Biz turist otobüsü ile gidip döndüğümüzden ve onun da saatleri arasında uzun boşluklar olduğundan parktan arta kalan kısmı Efe’nin kredi kartı yardımıyla hediyelik eşya dükkanında geçirmeyi tercih ettik.

Şelale kenarında uzun saatler yürüyünce enerjimiz azaldı haliyle, biz de bu duruma son vermek ve kaybolan kalorilerimizi geri kazanmak amacıyla tradisyonal usullere uygun şekilde müzik icra eden amcaların çaldığı bir mekanda şimdiye kadar yediğimiz en lezzetli ve aynı zamanda ne yazık ki Arjantin’de yediğimiz sonuncu etleri yiyerek Iguazu faslını kapadık.

Esasen artık açıklamakta bir sakınca kalmadığı için buraya da yazabilirim, Iguazu ile birlikte yolda bitti bizim için. Asli planımızda Sao Paulo ve Rio vardı, ancak İstanbul’a dönmemiz gerektiğinden bu iki şehri bir başka bahara bıraktık. Allah affetsin J

30 Nisan 2010 Cuma

Son bir kez daha Buenos Aires

Bugün itibarı ile bu güzel şehri terk ederek kuzeye doğru yola devam ediyoruz. Bir aydır ev hayatı, çanta toplamama, taksi ile kolay ulaşım derken, hazırlanırken fark ettik ki tempomuzdan epey kaybetmişiz.

Gelelim şehirden son notlara, iki önceki yazıda belirtmiş olduğum Feria de Matadores’e gittik. Fakat öncesinde 1 saate yakın yol yapmak gerekiyor, şehir içindeki ilk ve son uzun yolculuğumuz da bu oldu zaten. Pazara vardığımızda giriş kısmının bizim Mahmutpaşa benzeri 3 tanesi bir milyon tezgahlarından oluştuğunu görmek epey üzücü oldu, onca yol tepmişiz, bari biraz daha içerilere doğru yürüyelim dedikçe, görüntü değişti. Meğer bir hayli güzelmiş. Şehirdeki diğer pazarların aksine ağırlık yerli nüfus olduğu için fiyatlarda çok daha makuldu. Şayet her tür bıçak ya da Arjantin çobanlarının kullandığı diğer ıvır zıvırdan almak isterseniz doğru adres bu pazar. Alto Palermo alışveriş merkezi önünden 92 no’lu otobüs 1,25 pesoya (50 centten az) getiriyor.

Daha önce anlatma sözü vermiş olduğum milonga ya da tangoya dair ne yazık ki canlı veri elimizde yok çünkü bir şekilde erteleye erteleye gidemedik. Ancak var olan bilgiler şu şekilde, şovlar gereksiz pahalı ve çok turistikler, 2-3 farklı tangocu ve orkestranın yer aldığı şovlar için yemekli ve yemeksiz alternatifler mevcut, çok param var derseniz VIP var, süper VIP var. Milongalar ise daha ziyade halkın gelip bir arada dans ettiği sizinde onları izleyerek eğlendiğiniz, varsa kendinize güveniniz aralarına karıştığınız taverna/kulüp arası mekanlar. Halktan kişiler dans ediyor derken de yanıltmasın bura halkı tango konusunda epeyce yetenekliler ve izlemesi de çok keyifli oluyor. Hatta yol boyu gördüğümüz bilumum dans eden insandan sonra diyebilirim ki en eğlencelisi sıradan insanları dans ederken izlemek, yaşlı başlı amcaların ciddiyeti, teyzelerin kıvraklığı uzun süre karşılarında dikilip izlemeye teşvik ediyor.

Ancak tabi hiç tango izlememiş de değiliz, Boca ve San Telmo’da sokakta ve bilumum lokantalarda tango yapan gruplar var, biz her birine birkaç defa gittiğimiz için “bugün performansları iyi değil, geçen sefer kıyafeti daha güzeldi” gibi yorumlara bile başlamıştık ki, Buenos Aires için süremiz doldu.

Boca Juniors ve River Plate, Arjantin’in iki manyak futbol takımı, Boca vaktiyle İtalya’dan gelen göçmenler tarafından kurulmuş halkın kulubü, medar-ı irtiharları tanrının eli Maradona; River Plate ise karşı mahallenin zengin çocukları tarafından kurulan ezeli rakip takım. Bizdeki Galatasaray –Fenerbahçe benzeri bir mücadele bu iki takım arasında yıllardır süre geliyor. Dahası dünyanın en önemli ve ateşli derbileri arasında ilk sıralarda yer alıyorlar. Bundan kaç sene önce hatırlamıyorum ancak River’in 2-0 kazandığı bir derbi sonrası, Bocalılar tarafından 2 River taraftarı öldürülüp ardından durum şimdi eşitlendi şeklinde bir hadisenin yaşandığını da söylersem aradaki mücadelenin ne kadar centilmenlik sınırları içinde geçtiğini tahmin edebilirsiniz. Biz ne yazık ki derbiyi bir hafta ile kaçırdık, sonrasında da her hafta maça gitmeye niyetlendiysek de, son hafta sonu Boca’nın tabeladaki durumunun sondan 3-4 gibi rezil bir noktada süründüğünü görünce Denizli – Ankaragücü gibi maç seyretmek yerine bıçak bakmaya pazara gittik. Ama tabi her şeye bir yana sırf renkleri için bile kalbimiz Boca’dan yana, tabii ki sarı lacivert!

Sırf sizlere şehrin toplu taşıması hakkında doğru bilgi verebilmek için rahatımızdan feragat ederek, bir gün metro, bir günde otobüs kullandık. Metro hattı epey yaygın, epey kalabalık, hız olarak fena değildi, metrobüsün içinde işe gidiyor hissiyatı yarattığından bir daha kendisine hiç bulaşmadık. Otobüs ağı anladığım kadarı ile biraz daha karmaşık, aynı otobüs giderken başka dönerken bambaşka sokaklardan geçiyor, yolu çılgınca uzatma potansiyeline sahip, binerken gideceğiniz yeri şöför beye söyleyip ona göre makinaya parayı ödemek icap ettiğinden bozuk demir parasız binmemek de faide var. Biz bir ay nerdeyse her yere taksi ile gittik, bir sefer dışında – onda da taksiye Boca’dan binmiştik, bildiniz şehrin en sakat bölgesi- ne bir kazıklanma ne de başka bir sorun yaşadık. Akşam saatleri iş çıkışına denk gelirse biraz trafik oluyor onun dışında taksileri tek geçerim. Fiyat – kalite dengesi de backpacker için bile gayet makul.

Son olarak da sıklıkla ziyaret ettiğimiz süpermarketlere değinmek isterim. Çanta ile içeri girmek pek olası değil, arada kaçılsa da illaki dolaba kilitlemek gerekiyor, bu eksi yönü. Artı yönü ise kasiyerler aldığınız ıvır zıvırı güzelce torbasına yerleştirip size öyle veriyor, içki ve et ucuz. Büyük Coto’larda önceden pişirilip hizmete sunulmuş devasa bölümler sayesinde akşam yemeği ile uğraşmaya da gerek kalmıyor.

Bu şehri fırsat bulunulduğunda illaki geri dönülecekler arasına yazarak Iguazu’ya doğru yola devam ediyoruz. Bakalım Niagara’nın rakibi şelaleler ne kadar büyükmüş.

24 Nisan 2010 Cumartesi

Buenos Aires'te fuar zamanı

Şu sıralar şehirde 36. Uluslararası kitap fuarı süregelmekte.
O bile saat 14:00'de başlıyor.
Daha nasıl anlatayım adamların genişliğini.

21 Nisan 2010 Çarşamba

Arjantin, Meksika, Peru ya da Şili

Arjantinli ressam, illüstratör ve gravür sanatçısı Antonio Berni'nin "Manifestacion" Gösteri isimli resmi. MALBA'da koca bir duvarı kaplayan orijinali burada olduğundan çok daha etkileyici, bu yolun, bu yoldaki insanların tarihinin bir özeti.

20 Nisan 2010 Salı

Madde madde Buenos Aires 1


3 haftadır buradayız, sonunda iyice şehrin yerlisi olduğumuza kanaat getirerek kimi gözlemlerimi paylaşmak isterim.

- Bu şehre yolunuz düşerse etten şaşmayın. Palermo çevresi ve San Telmo ‘parilla’-mangal da pişen bilumum etsel ürün- için doğru adresler. Her şeye evet, ama Morcilla’yı (kan sosisi)pk önermiyorum. Palermo kısmı rehber kitaplarda pek açıklayıcı geçmiyor dolayısı ile biraz kafa karıştırıcı olabilir, şöyle ki şehirde edineceğiniz bilumum haritada Palermo, 3’e ayrılıyor. Biri Palermo, arada birkaç fena olmayan lokanta ve alışveriş merkezi var. 2.si Palermo Hollywood iyi yemek için asıl bölge burası – Las Cabras’ı fiyat lezzet dengesi ile öneririz (3 kişi tıka basa leziz et + 1 şişe ucuz ama içilebilir şarap 100 peso=26 dolar=40TL gibi bir şey), eğer ki biraz daha öderim derseniz Miranda’da oldukça iyi. Palermo Soho olarak geçen bölge ise barlar, gece kulüpleri ve bilumum enteresan butik açısından epey zengin. Palermo Soho’da hafta sonları kurulan (plaza Sarmiento’da)pazarın duvarında oturup biraz soluklanayım, gideceğim barı seçeyim derken yanınıza gelip kurabiye satan birileri olursa reddetmeyin, 10 pesoya (2,5 dolar) 3 kurabiye ile gecenize renk katın.

- Hafta sonlarınızı herhangi bir açık pazarda ona, buna, şuna ve diğerine bakarak geçirmeyi illaki ihmal etmeyiniz. San Telmo bu pazarların en meşhuru, sadece pazar günleri kuruluyor, ana meydandaki antikacıların dışında pek matah bir şey olmasa da, ortam itibarı ile oldukça eğlenceli. Tango şovları, yolda şarkı söyleyenler, sokak orkestraları, pantomim gösterileri ile gün geçip gidiyor. Orta kısımdaki kimi antikacılarda bizde 80lerde pek moda olan birbirinden çirkin bijuteri takılar olsa da, onlara aldanmayın, derhal bir yandaki tezgaha geçin, benim aklım hala o gümüş çatal bıçak takımlarında misal.

Şayet tişört, elbise, çanta, şapka şeklinde bir alışverişi tercih ediyorsanız Palermo Soho, Sarmiento meydanındaki pazara gitmeniz gerekiyor, burası hem cumartesi hem de pazar açık. Yok ben daha minimal takılacağım, takı olur, enteresan bir obje olur derseniz de Recoleta Mezarlığının önünde kurulan pazarı önerebilirim. Burası da hem cumartesi hem pazar açık. Giderken yanınıza çimlere yayılmayı mümkün kılacak bir örtü falan alırsanız etrafta takılan bilumum müzik ve sanat insanının da tadını çıkarabilirsiniz. Birde şehrin biraz dışında –otobüsle 30-35dk kadar- bir pazar daha varmış, daha ziyade yerli halk gittiği için diğerlerinden daha ucuz ve daha çok gaucho (Arjantin sığır çobanı) malzemelerinin satıldığı bir yer –erkek çocukları bıçak istiyor-, orayı gitmeyi becerebilirsek orayı da anlatacağım.

- Hafta içi bir gün San Telmo bir günde Palermo civarında hafta sonu kalabalığında derin inceleme fırsatı bulunamayan butiklerde geçirmek cüzdansal açıdan olmasa da gözlem ve yutkunma açısından oldukça faideli, özellikle bizdeki her şeyin birbirine benzediği butikleme ve sergileme anlayışı açısından ilham verici. Gitmişken, fotoğraf makineniz da mutlaka yanınızda olsun. Bu şehirde her yer duvar resmi dolu ama bu bölgede en göz alıcıları yer alıyor. Üşenmeyip Calle Russel’ı bulursanız ne dediğimi daha iyi anlayacaksınız.

- Bir iki müze var şehirde, muhtemelen çok daha fazla var da biz sadece ikisine gittik. Her ikisi de uygundur. MALBA ve Buenos Aires Bellas Artes. Bellas Artes’e giriş bedavaa, dolayısı ile her an gidip gezilebilir, MALBA, çarşambaları % 70 daha ucuz, Citi Bank müşterilerine diğer günlerde de % 25 ucuz. MALBA daha güzel, eğer tek bir müze görümselseniz onu öneriyorum.

- Gece olayı bu şehirde aşmış dersem kesinlikle abartı olmaz. Gece yarısı ikiden önce nereye giderseniz gidin daha az giriş parası ödüyorsunuz -buradan çıkan sonuç şehir gece 2’den sonra asıl coşmaya başlıyor. Bu coşkunluk hali genelde 6-7 artık enerjiniz nereye kadarsa devam etmekte. Biz ortalama 5, 5:30 gibi ortamı terk ettik, içeride insanlar halen zıplıyordu. Sokaklardaki barlarda da insanlar mutlu mesut biralarını içmeye devam ediyorlardı. Turist olmanın en güzel yanı olarak hangi ara çalışıyorlar, nasıl kalkıp işe gidiyorlar hiçbir fikrim yok.

Şehirde gece hayatına renk katmak için farklı alternatifler de mevcut, arayın bulursunuz.

Bunu muhtemelen her rehber kitapta okuyacaksınız, bende hatırlatmak isterim, buranın halkı fena halde köpekperver ama bokunu alayım da çöpe atayım anlayışı yok, dolayısı ile sokaklar mayın tarlası kıvamında, yürürken aman da şu vitrine de bakayım diye dikkat dağınıklığına düşmeyin, boka batarsınız.

Bir de bunu özellikle çok sevdim, burada çocuklar okula çekçekli çanta ile gidiyorlar (belki bizde de vardır ama ben bilmiyorumdur), aman çok ağır anne sen taşı, sırtım ağrıdı durumu yok. Zaten şehir dümdüz, tepsi gibi –daha tek bir yokuşa rastlamışlığımız yok- Hatta bazı veletler işi büyütüp çantanın üzerine binmiş, çantayı da anneye çektirmekte, biz de olsa bu çekçekli çanta olayı muhtemelen bütün çocuklar bunu yapardı.

Tango nerede izlenir, milango mu yoksa şov mu? İlk sekiz tango adımı. Peki ya futbol, Boca Juniors mu, River Plate mi? Tabii ki Boca.. Toplu taşıma nasıl oluyor, olurda şehrin dışına çıkmak istersek nereye gidebiliriz acaba konularına bir sonraki postumuzda değineceğim.

12 Nisan 2010 Pazartesi

Beni bu güzel havalar mahvedecek...

Şehre geleli 12 gün oldu. İlk bir hafta gerçek bir Parteno –Buenos Airesli- gibi yaşamak için bizde ritmimizi değiştirdik, Buenos Airesliler gibi geç saatlerde yiyip (takriben 22:00), geç saatlerde yatmaya (takriben 04:00-06:00 arası) başladık ancak henüz vakitlice uyanmayı çözemediğimiz için ne yazık ki şehir keşif turlarımızda erken saatlerde başlayamıyor. Bütün bu sebeplerden ötürü önceliği evin yakınındaki bölgeleri görmeye verdik, umuyorum ki Buenos Aires’in ritmine ayak uydurdukça keşif alanımızı genişleteceğiz.
İlk durak, Recoleta Mezarlığı, evden yürüyerek 20 dakika uzaklıktaki mezarlık dünyanın en görülesi 10 mezarlığı arasında kabul ediliyor. Bana her ne kadar tuhaf gelse de gezilesi mezarlık kavramı, gidiyoruz yerinde incelemeye.

Arjantin’in devlet başkanı, asker, politikacı, şair, yazar nevinden yüzlerce önemli şahsının ebedi istiharatı konumundaki mezarlığın en popüler ölüsü Evita olarak bilinen Eva Peron. Bir nevi Arjantin’in Leydi Di’si olan Evita 33 yaşında kanserden öldüğünde Arjantinliler için çoktan kutsal insanlar mertebesine erişmiş, kendisinin fakir fukara dostu bir insan olmasının yanı sıra, genç yaşta üstelikde hastalık sonucu ölmesinin de bu sevgi selinde etkisi olduğu kuşkusuz.

Mezarlığın girişinde, içerisini daha rahat gezebilmeniz için nerede kimin yattığının işaretlendiği haritalar satılıyor, bizde bir harita alıp başlıyoruz turumuza. Bildiğimiz mezarlıklarla ilgisi olmayan, ölülerin insani boyutlardaki mezarlar yerine her biri küçük birer Yunan tapınağı görünümündeki mezar odalarına-ya da evlerine ya da binalarına- gömüldüğü mezarlıkta birkaç saat geçirmemize rağmen ben de ne o “rest in peace” durumu, ne de ölüleri rahatsız ettiğim duygusu oluştu. Aksine süs ve debdebenin verdiği rahatsızlık hissi kaldı. Estetik anlayışının maksimumda olduğu oldukça etkileyici ve güzel bir mezarlık olmasına rağmen müze gezmiş gibi oldum.
En başından beri özellikle görmek istediğim 27 yıldır her Perşembe günü saat 15:30’da Plaza de Mayo’ya gelip kaybolan çocuklarının haklarını arayan anneleri görmekti.
Arjantin'de bizim gibi tarihindeki kirli sayfaların kalın kalın ciltler oluşturacağı ülkelerden-bize benzetilişinde bu karanlık tarihin etkisi de büyük- 1976-1983 yılları arasında hüküm süren diktatörlük yıllarında, Dirty War/Kirli Savaş döneminde, rejime karşı çıkan, hakkını arayan ya da kısaca kafası çalışan yaklaşık 30.000 kişi bir şekilde ortadan kayboluyor. Yolda yürürken ya da yatağında uyurken ansızın kaybolan bu insanlar için devlet tepkisiz kalınca, e haliyle kendi kaybettikleri insanlar için tepki göstermelerini beklemek pek olası değil, anneler yavaş yavaş bir araya geliyorlar, kaybolan kızlarının ve oğullarının hakkını aramak için. Burada tanıştığımız bir arkadaşımız, bu karanlık dönemde ansızın(!) kaybolanların ağırlıklı olarak 20 ila 35 yaş arasında yer aldığını ve bugün bizler yaşında binlerce insanın annesiz ve babasız büyüdüğünü söylediğinde trajedinin bir başka boyutu daha ortaya çıkıyor.

27 yıldır süren bir eylem, annelerin de büyük çoğunluğu artık hayatta değil. Bugün, bu büyük birlikten doğan birliktelik farklı bir boyuta da taşınmış, anneler için kurulmuş bir dernek geride kalanların hakkını aramayı sürdürmek ve yaşananları tarihin unutulanlar hanesine hapsetmemek için çalışmaya devam ediyor.
Ama acının asıl yüzü hayatta olan anneler. Onları Plaza de Mayo annelerinin simgesi beyaz baş örtüleri ve ellerinde çocuklarının siyah beyaz resimleri ile meydandaki heykelin etrafında her kaybolan isim okundukça, ‘presente’ 'burada' diye bağırarak yürürken görmek mümkün. Gözlerindeki acı, inat ve inançla birleşmiş, 27 yıldır dolmayan bir boşluğu omuzlarında taşıyan bir avuç anne kalsa da geriye, her hafta bu meydanda Arjantin devletinin vicdanına baskı yapılmaya devam ediliyor.

Gelecek durak, San Telmo’da pazarı, uykusuz Buenos Aires geceleri, parillla, parilla, parilla…

8 Nisan 2010 Perşembe

Buenos Aires'te ilk günler...


Uzun süredir şehre benzemeyen, tek caddeden mütevellit sadece adı şehir olan yerleşim bölgelerinde dolaşan bünyeye Buenos Aires ilaç gibi geldi. Geniş meydanları, kalabalık sokakları, iş çıkışı trafiği ve günün her saati azalmayan insan seliyle, büyük şehir kaosuna balıklama daldık. Özlemişim.

Gelmeden önce tamamen konformist nedenlerle ev kiralamıştık, ev umduğumuzdan küçük çıksa da, ilk şoku atlattıktan sonra stratejik konumu ile kalbimizi fethetti.

Şehirdeki ilk günlerimiz için söylenecek çok fazla bir şey yok açıkçası, zira neredeyse hiçbir şey yapmadık. Ama, her ne kadar realiteye dönüşmese de her gün için mutlaka bir planımız vardı.

En son Pazar akşamüstü saatlerinde, “hani bugün San Telmo’ya gidiyorduk, saat de 6 olmuş pazar toplanmıştır herhalde gitmesek mi ki, ev de pek rahat” dediğimizde durumun vahametini fark edip attık kendimizi Buenos Aires caddelerine.

Evin etrafında market, banka, tekel bayii gibi stratejik açıdan önemli merkezleri keşif turlarımızın dışında ilk uzak yürüyüş rotamız Florida Caddesi’ne doğru gerçekleşti. İstiklal Caddesi benzeri ince uzun bir cadde, sağlı sollu dükkânlar, cadde üzeri satıcılar, aşağı yukarı yürüyen insanların arasına karışıp ne yapacağımıza karar verene kadar bir iki tur attık cadde boyu, sonunda da tabii ki önce süpermarkete sonra da eve geldik.

Kiraladığımız ev Recoleta’da. Civcivli mekan Santa Fe bulvarına 2 blok uzaklıkta. Yani Buenos Aires’in orta yerinde, vakitsel kaygılarınız yoksa, evden çıkıp şehrin dört bir köşesine yürümek mümkün, şehir zaten dümdüz ve adres sistemi geri zekalılar düşünülerek oluşturulduğu için kaybolmak da neredeyse na mümkün, tabii evin adresini unutmamak şartıyla.

Bu şehirde mottomuz konfor, dolayısı ile yürümediğimiz ender zamanlarda da tercihimiz taksi oluyor, her ne kadar kullanmamış olsak da şehir haritası üzerinden anladığım kadarı ile başarılı bir metro hattına sahipler.

Şehirde ritim, tüm güney Amerika gibi yavaş, ama haklarını yemeyeyim restoranlar dışında burada Mendoza gibi uzuuun siestalar yok, dükkânlar şayet tatil günü değilse gün boyu açık. Yeme içme kısmında ise durum o kadar parlak değil, saat 16:00’ya kadar yediniz yediniz yoksa, adamlar büyük bir rahatlıkla kapıyı yüzünüze kapatıp, açılış saatlerinin yazılı olduğu panoyu gösteriyorlar. Biz Türkler için alışılmadık olsa da, bu kıtada sistem bu.

Çalışmak için yaşamak yerine, yaşamak için çalışan insanların ülkesi Arjantin’de akşam yemekleri en erken 10’da yeniliyor, gece hayatı ise gece yarısı 2’den önce başlamıyor. Sabah 5’e kadar barda kalıp ertesi gün nasıl işe gidiyorlar, onu henüz anlamış değilim ama araştırmalarımız sürüyor, anlayınca burada sizlerle de paylaşacağım bittabi.