29 Mart 2010 Pazartesi

Mezarlıklar hayatın bekçileri. Punto Arenas

Punto Arenas’da iki gün geçirdik. Punto Arenaslılar ölülerini bir kutunun içine koyup önü camlı, bir nevi her Türk ailesinin salonunda bulunan ve içinde bardak çanağın sergilendiği vitrinimsi bir dolabın içine yerleştiriyorlar. Bu çok gözlü camlı dolapta herkesin beşe beşlik bir alanı var. Geride kalanların sizi anlattığını düşündüğü bibloları sergilediği, arada sırada içine minik sahte bir çiçek yerleştirdiği, camını sildiği, sonrada kilitleyip vitrini hayatına geri döndüğü yan yana beyaz dolaplar.
Punto Arenas’ta çok az şey yaptık, bloklar boyu yürüyüp şehrin balık pazarını bulduk, uzun süre sonra leziz kocaman bir balık yedik. Kral yengeç için fiyat araştırması yapıp avucumuzu yaladık.

İstediğimiz, karar verdiğimiz bir şeyi yapıyor olmanın iyi bir şey olduğunu, nihayetinde epi topu beşe beşlik bir alandan daha fazlasına sahip olamayacağımızı bir kere daha anladığımız, mezarlığında saatler geçirdiğimiz bir şehirden geçtik.

Dünyanın sonu bizi bekliyor. Sonra tekrar gelsin sıcak havalar, parmak arası terlikler…

27 Mart 2010 Cumartesi

Macera dolu Torres del Paine

Puerto Natalales’e gelirken niyetimiz bir gün dinlenmek, bir iki gün Torres del Paine Milli Park’nı görmek ve yola devam etmekti. Sonra ansızın fark ettik ki bizim daha çok vaktimiz var ve Puerto Natales’de kaldığımız hostelin mangalı mevcut. Üzerine Şili’de en baba etin kilosu 7-8 TL civarında olunca, önce biraz dinlenelim güç kuvvet toplayalım, Torres planını da iyice yapalım diyerek hostele yerleştik. Yerleşiş o yerleşiş.

Torres del Paine 220 bin hektarlık bir alana yayılmış devasa bir park, Şili’nin medar-ı iftarlarından. Dünyanın dört bir yanından her yaştan insan çadırını, tulumunu, matını kapıp buraya geliyor. Sıkı sıkıya giyinmiş olan bu doğasever insanların amacı W rotası denilen kısmı tamamlamak. İki dağ arasında kalan 2 ayrı yolu yürüyünce w şekli gibi bir şey oluşuyor, rota da adını buradan almakta. Takriben 4-5 gün süren rota boyunca aralardaki kamplarda konaklayıp, yolunuza devam ediyorsunuz, bitirince de yarı ölü ancak oldukça gururlu bir ifade ile şehre geri dönülüyor. Bu model insanlardan hostelde otururken bir sürü gördük.

Bir de parkı bizim gibi gezmeyi tercih edenler var demek isterdim ancak herkesin gıpta ve şaşkınlık arası bir nida ile karşılamasından anladığım kadarı ile bizim durumumuz pek yaygın değil bu coğrafyada.

Biz diğer parkgezerlerin aksine malzeme ve dirayet eksikliğimiz neticesinde ve ne yalan söyleyeyim daha az sefil şartlarda parkı keşfetmek için araba kiralamaya karar verdik. Araba ile W rotasına gitmek olası olmasa da parkın geri kalanını dolanarak w’da başınıza gelebilecekler konusunda süper fikir sahibi olunabiliyor.

Hava muhalefeti nedeniyle hostelimizde oturmuş güzel güzel arabalı yol planımızı yaparken, bir süre önce CS sayesinde varlığından haberdar olduğumuz taze Güney Amerika seyyahlarından Engin’den mail geldi. Biz de Engin’i beklemek için bir gün daha kampı erteledik.

Engin’le buluşmak üzere gittiğimiz hostelde, “ ufacık şehirde bir anda ne kadar çok Türk olduk” derken Torres del Paine’lerde rehberlik yapan Cem’le, alışveriş için markette kendimizi kaybetmişken Melike ve Gülcan’la karşılaşınca yolun Türklerle karşılaşma limiti de doldu.

Bir süre öyle mi yapsak yoksa şu daha mı iyi olur şeklinde ne idüğü belirsiz konuşmadan sonra Engin’i de eklemek sureti ile 4 kişi, 1 gece Torres’lerde konaklamalı 2 günlük bir araç kiralamaya karar verdik, o karar her nasıl olduysa araç kiralanan mekanda 3 güne çıktı. Takriben 50 sandviç ekmeği, sayısını bilemediğim kadar meyve, 4 litre kadar şarap-sırf içimiz ısınsın diye- bilumum ıvır zıvır doldurarak marketten çıkıp gelecek 3 gün evimiz olacak araca vardık. Efe tamamen kendinden emin bir ifade ile açtı bagajı her şeyi güzelce yerleştirdi. Sonra da kapıyı açmaya gitti, zorluyor zorluyor heyhat kapı açılmıyor, neden acaba, çünkü biz 4 zekâvet Türk aynı renk ve modelde başka bir arabanın içine güzelce 3 günlük malzememizi yerleştirmişiz, bizimkisiyse kuzu kuzu hemen önümüzde durmaktaymış. Neyse ki, az evvel kendisine 15 kadar torba armağan ettiğimiz yanlış araç, arabayı kiraladığımız yere aitmiş de besinlerimizi kurtarabildik.

Aynı günün gecesi, Cem’in doğum günü olduğundan, hazır o kadar Türk bir araya gelmişiz, bu donmaya bir adım kalmış memlekette bir garip Türk arkadaşımızı yalnız bırakmayalım diye kendisi tarafından davet edildiğimiz bara gidince gruba bir Türk daha eklendi. Herhalde birkaç saat daha kalsak İstanbul’un nüfusuna yakın bir sayıya erişecektik de, sabahın kör karanlığında yola düşüleceğinden son rahat uykumuzu uyumak üzere hostelimize geri döndük.

Milli Park şehirden 150 km uzaklıkta ve yolun bir kısmı pek berbat. Bizim gibi keyif pezevengi olmayıp normal bir turist gibi davranırsanız saat 8 gibi şehirden kalkan otobüslerle 2,5 saat gibi parka varılıyor. Araç katkılı ekibimizse tamamen duygusal nedenlerle karga kardeşlerle birlikte kalkarak yola koyuldu. Arjantinliler kadar olmasa da Şilililer de az gevşek tipler değiller, mesaiden önce parkın kapısında duran pek kimse olmuyor-tabi doğru kapıyı biliyorsanız- Netice itibarı ile ilk gün elimizi kolumuzu sallayarak milli parka girişimizi gerçekleştirdik.

Daha önce katıldığımız bir toplantıda rüzgarın gücünü tuhaf şaklabanlıklarla anlatan abinin her ne kadar beceriksiz bir şaklaban olsa da rüzgar konusunda mübalağa yapmamış olduğunu parkın içinde arabanın kapısını ilk açmamızla birlikte anlamış olduk. Bir zamanların motorperveri Efecanın dediğine göre sayın rüzgar kimi noktalarda takriben 150 km hızla esmekteymiş, valla ben olayı daha iyi hissedebilmeniz için Taksim meydanında şemsiyeleri ters çeviren rüzgarı 100’le çarpmanızı önerebilirim.

İlk gün bu coşkun rüzgar eşliğinde ve parkın farklı bölgelerine yayılmış kapılardan çıkmayacak şekilde aşağı yukarı dolanıp, bilumum hayvanat ile muhatap olduktan sonra-dev bir akbaba, birkaç leş yiyici ve hayatımın ilk doğal tilkisi- gece oluverdi. Buraya gelmezden önce niyet arabada kalmak olduğundan arabayı çekecek kuytu bir yer arayışı başladı, ancak tabii bu iş dışarıdan bakıldığı kadar kolay değil. Öncelikle riskleri var, şöyle ki parkın içinde belli kamp alanları var ve bunların dışında bir yerde kalmak hem resmi olarak yasak hem de pumasal olarak sakat. Diyelim ki gecenin kör vakti çişimiz geldi, araçtan inmek istedik, alim Allah bir tarafımızı pumaya kaptırmayacağımız garanti olmadığından makul fiyatlı bir kamp yeri arayışına geçtik. Yegane makul alan parkın dışında olunca da aman canım bu adamlar zaten gevşek sekizden önce nasıl olsa gireriz Türk mantığı ile gönül rahatlığı içinde parkı terk ettik. 4 fil bir vosvosa nasıl sığar ile birebir benzer şekilde zorlu bir gecenin ardından bir kere daha kargacanlarla uyanıp yola çıkıldı. Heyhat bir gece önce, devrisi sabahın erken saatlerinde kamplarını terk edeceğimizi söylediğimiz kamp bekçisi kişi kapıyı zincirle kapayıp etrafına da geçilemesin diye delikler açtığından bu eylem o kadar kolay gerçekleşmedi. Etrafta bir 15 dakika korna çalarak dolanmamızla kimse ilgilenmeyince 4x4’müz var canım pervasızlığı ve Engin’in cengaverliği ile attık kendimizi tarlaya ve hayrettir ki çıktık anlamsızca kapalı park alanından.

Aa sürpriz, sabah daha 7 bile olmamasına rağmen terbiyesiz park görevlileri ellerinde kahveleri kapıda oturmuyorlar mı? Sanki biz bir arkadaşa bakıp çıkacaktık dermişçesine kapıya kadar gidip ardından da tam bir zeka örneği sergileyerek geri vitesle ortamdan hızlıca uzaklaştık, tek kahve ile ayılmadıklarından olsa bekçiler duruma herhangi bir şaşkınlık göstermedi. Daha bir saat var açılışa nasıl olsa hissiyatıyla secret kapımıza doğru çılgın bir yolculuk başladı, ancak parkı çevreleyen gölü hesaba katmamışız, gölde kaç yüz kilometreyse artık git git bitmiyor, sekize 5 kala gibi mücadeleden vazgeçip B planı arayışına geçmiş dört Türktük artık.

B planı şehre geri dönüp, karşımıza ilk çıkan kafede sıcacık kahvelerimiz eşliğinde bir gün öncesinin fotoğraflarını bilgisayara aktarmak, sıcak bir mekanda olmanın dayanılmaz hafifliğinin tadını çıkarmak oldu. Arada Engin’in açık bıraktığı farlar yüzünden biten aküyü şarj etmek için şehirdeki kısıtlı sayıdaki arabaya yapmış olduğumuz maymunluğa değinmiyorum bile.

Devrisi sabah tekrar kargalarla son kez olarak yola düştük secret kapımıza doğru. Gayet kendimizden emin bir şekilde kapıya varınca yeni bir sürpriz, henüz ışıklar kapalı ancak kahverengiler içinde bir adamın belli belirsiz silueti gözüküyor, nasıl oldu halen bilmiyorum, adam sanki orada, yok değil derken ardımıza bile bakmadan girdik bir kez daha herhangi bir ödeme yapmaksızın Torres del Paine’den içeriye.

3.gün tüm çektiğimiz eziyete değecek kadar nefis bir hava vardı. Renk oyunları eşliğinde bir gün doğumunun ardından, her köşede onlarca fotoğraf çekerek parkın ilk gün göremediğimiz bilumum yerini soğuktan morarıncaya kadar dolandık. Özellikle araç katkısı ile ulaşılabilen Grey buzulu denen bölüm, her ne kadar Moreno kadar şaşalı olmasada epey bir mesud etti.

Buzulun hemen yanı başındaki kumsalımsı alanda türlü şaklabanlıklar eşliğinde uzun saatler geçirdikten sonra, gönüllü şoförümüz Engin tarafından 3 ayrı koltukta 3 ayrı pestil olarak son bir mangal gecesi geçirmek üzere sıcak hostelimize ulaştık.

Gelecek durak; Punto Arenas fekat öncesinde macerayı başka bir gözle görmek ve sefilliğimize gülmek için tıklayın

25 Mart 2010 Perşembe

bir kaç tuhaf gün, bir kaç tuhaf adam

Bu şehir yolun en tuhaf duraklarından biri oldu. Sönmeyen mangal ateşi önünde durmaksızın her türden et yedik, bol bol içtik. Çok fazla Türk gördük. 4x4 bir aracın içinde rüzgarın 150 km estiği dağlarda konaklama gafletinde bulunduk. Uzun uzun yazacağım...

20 Mart 2010 Cumartesi

Buzul göreceksin, sakın şaşırma!

Aylardır 2 kişi gezerken birdenbire 3 kişi olunca, üstelik bu üçüncü kişi bizim aksimize bir hayli sosyal bir kişilik çıkınca gezinin temposu ve şekli bir anda değişti. Kendi halimizde sesiz sakin gezerken ve en büyük atraksiyonumuz gurme faaliyetlerken, Efe ile birlikte olay daha çook yemek, daha çook içmek ve daha az dolanmak olarak şekil değiştirdi.

El Calafate’ye geliş nedenimiz her ne kadar Efe ile buluşmak olsa da asli neden Perito Moreno olarak bilinen dünyanın en iri kar kütlesini görmek olduğu için ilk gece bıraktım çocukları yiyip içip kendi hallerinde takılsınlar ancak devrisi sabah için glayzer turunu satın alarak erken kalkmalarını garantilemeyi de ihmal etmedim.

Glayzer denilen şeyi en kaba şekli ile tarif edecek olursak, erimemiş devasa boyutta bir kar kütlesinin önünde yöresinde bulunan bilumum kayayı beraberinde sürükleyerek oluşturduğu yapı denilebilir. Bu yapı çok ağır hareketlerle ilerleyerek bir göl ya da denize ulaştığında ise erimeye başlıyor, ancak arkadan gelen yeni kar kütleleri öncü kısma baskı yaptığından ötürü glayzer hem enine hem de boyuna büyümesini devam ettiriyor. Benim bu primitif açıklamamdan bir şey anlamayanlar linke tıklayarak sayın wikipediden daha açıklayıcı bilgi edinebilirler.

Sabah Efe’yi çekiştirmek sureti ile olsa da, biz emekli gezginler olduğumuzdan her otobüse mutlaka bir 10 dakika öncesinde gidip yerlerimize yerleşirken kendisi ile birlikte otobüsün kalkmasına 5 dakika kala ancak hostelden çıkabildik, gene de glayzere giden otobüse yetişmeyi başardık. Bir saatlik bir yolun ardından milli park girişinde de bir miktar döviz kustuktan sonra (takriben 25 dolares) otobüsümüz bir müddet daha ilerledi ve her ne kadar kendimizi hazırlamış olsak da bu kadar iri kıyım olabileceğini tahmin etmediğimiz Perito Moreno ile göz göze geldik. Büyükmüş.

İnelim fotoğraf çekelim derken otobüs bir hamle daha yaptı ve buzul gözden kayboldu, meğer şoför abi bizi katamaran aracılığı ile buzulu dibinden görebileceğimiz bir noktaya getiriyormuş, bir kez daha dövizler kusuldu, efe çekiştirildi-11:30 da kalkacak katamarana da 11:31 de binmeyi başardık.

Glayzer denilen koca kar, uzaktan büyük gözüküyordu yakınına geldikçe kendisinin ne kadaaar devasa olduğunu daha iyi gözlemleme şansına sahip olduk, beyler fotoğraf makineleri ile adeta bir aşk yaşarak şakur şukur 5000 bin kadar fotoğraf çektikten ve büyük bir hevesle birkaç parçanın kırılıp suya inmesini bekledikten sonra kıyıya geri döndük. Daha önümüzde 3 saat kadar zaman olduğundan Arjantin Milli Park bakanlığının güzel bir hareketi olan ve buzulu baştanbaşa görmeyi olanaklı kılan yürüyüş parkurumsu alandan usul usul ilerleyerek ve bu esnada hafif çapta donarak farklı noktalarda dev parçaların suya inişini gözleyebildik. Bu buzulun suya inişi oldukça enteresan bir hadise, önce hafiften bir çatırtı sesi geliyor, sakin sakin yürüyen herkes derhal olayı görebileceği noktaya koşuyor, fotoğraf makineleri çekiliyor akabinde gelen poaaat şeklindeki oldukça yüksek ses ile suyun sıçrayışı makinelere hapsedildikten sonra az önce yoğun heyecan gösteren kitle tekrar normale dönerek buzul etrafındaki yürüyüşlerine devam ediyorlar. Tabii biz bu şekilde yolumuza ne yazık ki devam edemedik meğer Efe’nin içinde gerçek bir Japon varmış kendisi bir noktaya kitlenip “harikayım, süperim işte bu" nidaları ile fotoğraf çektiğinden bir süre sonra otobüse kati surette geç kalmamasını tembihleyerek onu kendi haline bıraktık. Garibimin saati olmadığı için, otobüs saatinden epey önce kan ter içinde koşarak yanımıza geldi, bizse aynı esnada yaymış güneşleniyorduk.
Hostele geri dönüldükten sonra yeme içme hadisesi kaldığı yerden kesintisiz bir şekilde devam etti, dolayısı ile de ertesi gün Şili’ye geçme planlarımız badem oldu. Devrisi gün uzun saatler hostelde yaydıktan sonra Efe’yi çekiştirmek sureti ile dışarı çıkarak El Calafate’nin kıyısına kurulduğu gölün etrafında bize eşlik eden bir bobi ile epey eğlenceli birkaç saat geçirdik. Tam bobinin bizi sahibi olarak ilan ettiğini düşünürken geri dönüş yolunda kendisi yeni gelen turistlerin yanı sıra ilerleyerek bizi sattı. Sanırım gönüllü rehberlik yapan bir bobi kendisi.

Yarın Şili’ye kesin geçiyoruz, yeni hedefimiz Puerto Natales. Plan Torres del Paine Milli Parkı olsa da sadece barbekü ile de sonlanabilir, bakalım göreceğiz.

19 Mart 2010 Cuma

Ruta 40


Bariloche’den daha güneye inmek için birkaç yol var. Yollardan biri otobüsle Rio Gallegas’a kadar 30 saat kadar gidip ordan da 4 saat geri dönmek, diğer i ise 2 gece yolda konaklamalı Ruta 40 üzerinden 2 gün sürekli aşağı doğru kaptırıp gitmek. Biz de 2 yolu tercih ettik. Otuz saat yerine 12 saat yol, bir gece Perito Moreno’da konaklama ardından bir 12 saat daha ve ikinci gecenin sonunda El Chalten’e varış. El Chalten’in olayı Fitz Roy dağı. Gerçek dağcılar çılgınca tırmanırken diğer hevesliler de günlük yürüyüşlerle kendilerini rahatlatıyorlar. Biz, hemen akabinde ezberbozanefecanla randevumuz olduğundan buradaki yürüyüşleri es geçip devrisi günün sabahında El Calafate’ye doğru yola devam ettik.

Büyük buluşma şu şekilde cereyan etti, biz artık kendileri ile kardeş olduğumuz genç irisi sırt çantalarımızla son yokuşu tırmanıp neredeyse hostelin kapısına vardığımızda tepede pırıl pırıl bir güneş vardı. Hava hafiften soğumuş olsa da güneş münasebetiyle durum pek anlaşılmıyordu, o esnada uzaktan “tırmanın lann” şeklinde bir bağırtı ve şerefimize kalkan bira şişesini gördük. Şişenin ucunda da Fefecan’ı . Yol yorgunusunuz bir yardım edeyim çantanızı alayım demeksizin kendisi birasını içmeye devam ettiği için biz de mecburen çantalarımızı masanın dibine bırakarak arkadaşın birasına ortak olduk. Sonrası El Calafate notlarında.

15 Mart 2010 Pazartesi

Bariloche, karşında bir sigara içip ölebilirim


Henüz arkeoloji ile yoğun olarak teşvik-i mesaide bulunurken İsveçli bir arkadaşımla gün boyu otostop yaparak Assos’tan Babakale'ye gitmiştik. Babakale’de bir kale vardır, Asya’nın Avrupa’ya açılan son noktasından sonsuz bir Ege Denizi uzanır gözünüzün önünde. Babakalede kalenin burçlarına oturduğumda hissettiğim tek şey, öyle güçlü bir huzur ve vecd haliydi ki o güne kadar hiç sigara içmemiş halimle “karşında bir sigara içip ölebilirim” oldu.
Daha sonra birkaç kere daha gittim Babakaleye aynı duygunun peşi sıra. Olmadı.

Bu gün itibarı ile 4 ay olmuş biz yola çıkalı, çok güzel yerler, yırtıcı bir doğa, yüzlerce insan ve onlarca nev-i şahsına münhasır şehir gördük. Kimisinde birkaç gün kimisinde daha uzun sürelerde konakladık. Sonra Bariloche’ye geldik. Tam hafiften yorgunluk ve özlem bastırmaya başlamış, heyecanımız azalmaya yüz tutmuşken.
Bariloche’de 3. günümüzde minik, kiralık ve kendisine bir şey olması durumunda ödeyeceğimiz bin dolarlık bir voucher bıraktığımız bir chevroletle ralli yollarından geçerek Villa Trufel adında kimselerin gelip gitmediği, gölün kenarına kurulmuş 3-4 evden mütevellit bir yerde durduk.

Ve ben tam 11 yıl sonra bir kere daha o kesif huzur ve rahatlama duygusunu yaşadım o gölün kenarında oturup karşımda yükselen dağlara bakarken. Bariloche burası ve bu an oldu benim için.

Bariloche’ye geliniz, Güney Amerika’ya da geliniz tabii ki ama olur da koca kıta gözünüzde büyüyecek olursa bile burasını es geçmeyiniz. Bariloche ilk bakışta İsviçre modelli tahta evleri, her köşedeki çikolatacıları, gölleri ve dağları ile biraz sonra Heidi ve Peter karşınıza çıkacakmış gibi görünen bir şehir. O kadar İsviçreliki kendisi şehrin içinde İsviçre kolonisi diye bir yerleşim birimi bile var ve bu İsviçrelilerin ağızlarının tadını bildiğini sadece oraya gidip gölün kenarına indiğinizde derhal anlıyorsunuz.

Bariloche Patagonya’nın hemen girişinde Göller Bölgesi (lake district) olarak bilinen bölgenin Arjantin tarafından kalan ve turistler tarafından en fazla tercih edilen şehri. Bir nevi göller kabesi. Huapi gölünün ve milli parkının hemen yanında ve dört bir yanı mavinin her tonunda göl ve göllere kardeş dağlarla çevirili. Tamamen turistleri ve yaşayanları mutlu etmek üzerine kurulu olduğu için çok işlevli bir toplu taşıma ağına sahip, farklı numaralara binerek ve biraz da yürümek sureti ile tüm yakın çevreyi gezmek mümkün. Fakat derseniz ki ben mümkün olan minimumda yürüyeyim ve daha fazla göl göreyim ya avuç dolusu para ödeyerek her hostel ve acente de satılan turlara katılacaksınız ya da biraz daha makul olan ve sonsuz bir özgürlük sunan araba kiralama yolunu seçeceksiniz. Biz öyle yaptık. Villa Trufel’i de bu sayede keşfettik.

Şehri tepeden görmek ve gördüğünüz şey neticesinde nefesinizin kesilmesi için birden fazla alternatif var, otto ve campaneria ve catedral bölgelerinden kalkan teleferiklere binerek yukarılara ulaşmak mümkün, en ucuz ve en güzel manzaralı olanı Campaneria’dan kalkıyor. Deneyimle sabit. Campaneria ulaşmak içinse şehir merkezinden 20 numaralı otobüse binmek kafi.

Şehri adamakıllı gezip, dört bir yandaki evlere hayran olduktan, akıl almaz güzellikteki manzara karşısında burada yaşamalıyım, burada yaşamalıyım şeklinde saçmaladıktan sonra şehir dışına çıkmaya hazırsınız. Şehir dışı denilince genelde tercih edilen ve önerilen 7 göller ve San Martin olsa da, bizim önerimiz kesinlikle San Martin’e kadar gitmeyip, Grand Circuit olarak anılan ancak nedense hiçbir tur şirketinin gitmediği Villa Trufel tarafına dönmeniz (araba kiraladığınızı varsayarak). Bir anda ağaçlar, dağlar ve yol boyu sizi takip eden sayın göllerden birisi ile burun buruna geleceksiniz ve bu daha başlangıç, inatla devam ediniz, şaşırınız, hayran olunuz, bu harika günü kendinize hediye ediniz. Pişman olmayacağınız garanti.

Önümüzde uzun bir yol var Route 40 üzerinden (1710 km) El Chalten ve oradan da Ezberbozanefeciimizle buluşmak üzere El Calafate’ye gidiyoruz. Route 40’a ve güneye dair yeni izlenimler çok yakında Zooda’da.

12 Mart 2010 Cuma

Arjantin'e giriş, Mendoza.

1-7 Mart 2009

Depremden kaçıp Mendoza’ya sığındıktan sonra nedense hiçbir şey yapasımız gelmedi, ilk birkaç gün. Şehir çok güzeldi, kocaman bakımlı caddeler, tüm güney Amerika boyunca izini sürdüğümüz sokak kafeleri, her köşede şarap, parlak bir güneş altında rahat insanlar.

Peki neden hiçbir şey yapamadık. Öncelikle biraz yorulmuşuz, biraz da evimizi özledik, en önemlisi bu pek güzel şehir inanılmaz derecede sıcaktı, sokakta yürümeye hal bırakmayan bir sıcak.

Adamlar sıcağın bilincinde olarak sadece sabah 9-12 ve 17-21 arasında çalışıyorlar. Geri kalan vakitler ya siesta ya alkol. Nereye gidersek bir festival yakaladığımız için burada da şehir ile uyumlu ve meğersem Arjantin’in en önemli festivallerinden olan şarap festivalini yerinde inceledik, ayakta ve ayık olduğumuz saatlerde. Önce bir gece şarap güzelini seçmek için güzellerin çeşitli kılıklar içinde resmi geçidi yapıldı caddeler boyunca, devrisi gün aynı güzeller bu kez öncüleri atlı kovboylar eşliğinde salındı şehrin sokaklarında her seferinde onları izlemekte olan biz sefil halka, çeşitli meyveler, şarap, meyve suyu ve bilumum enteresan şeyi bulundukları arabalarından fırlatmak suretiyle. (şarapları fırlatmıyorlardı, onlar ancak arabaya yanaşacak kadar aktifseniz-yırtıksanız sizin oluyor) ben de kızlardan bir iki elma ve şeftali kaparak günün vitaminini almamızı sağladım.

Buranın olayı üzüm, bağlar ve neticesinde şarap olduğundan bir günde bağlar arasında dolanmaya ve şarabı yerinde tatmaya karar verdik. Bir büyük bir de aile işletmesi tarafından işletilen iki farklı şaraphane, bir zeytinyağı fabrikası ve bir likörcüden sonra tekrar hafif çakır keyif halde hostelimize dönmemizle sonuçlandı gün.

Uzun süredir hızlı, hemen her gün yeni bir şehir yeni bir keşif şeklinde gezdiğimizden Mendoza’nın bu fazla huzurlu havası battı tabi bize, kendimize atraksiyon yaratmak için bir gün de şehrin dev parkının bir kısmını kaplamış olan Mendoza Hayvanat Bahçesine gittik. Maşallah duyan gelmiş bir hayvanat bahçesi, aklınıza gelebilecek her hayvandan birer ikişer, beşer şeklinde bir araya getirmişler. Kutup ayısından, panter, leopar, çita aslan, kaplan, fil, su aygırı vs şeklinde uzayan bir yelpazede hayvanları mevcut. Ama öyle içler acısı bir haldeki o hayvancıklar, koskoca panteri benim yatak odamdan minik bir alana kapamışlar, kutup ayısının suya hasret bir havuzumsusu var, maymunların 50si birden aynı kafese tıkılmış, kuşların halinden bahsetmek bile istemiyorum.

Hayvanat bahçelerinden bir kere daha nefret ettik bu saçma turun sonunda, en son Almanya’da bir hayvanat bahçesine gitmişliğim vardı ki orası burası ile kıyaslanınca gerçek bir cennetti, az ama öz hayvanın doğal ortamlarından koparılmış olsalar da uygar şartlarda yaşadığı bir yerdi. Burası ise fotoğraflardan göreceksiniz, hayvanlar için gerçekten depresifti. Bütün o hayvanlar, sıcaktan bayılıp kalanlar dışında hapishane mahkumları gibi sürekli volta atıyorlardı, sen gel ormanlar hakimi ol sonra da şerefsiz insanoğlu seni bu hale düşürsün. Yazık. Çok yazık.

Velhasıl kelam 5 günlük Mendoza kısmı, Arjantin’le tanışmak, dinlenmek ve karaciğere yüklenmek için ideal bir karışım oldu.

Sizlere bu satırları havanın normal sıcaklık seviyelerine ulaştığı ve muhtemelen dünyanın en güzel coğrafyalarından olan Bariloche’den yazıyorum. Bariloche’yi anlatmak için bakalım kelimeler kifayet edebilecekler mi?

4 Mart 2010 Perşembe

Viva 34 Bolivya

(internet üzerinden e-mailleriyle beni 34ncü yaşımda yalnız bırakmayan tüm aileme ve tüm sevdiklerime teşekkür ederim.)

Yaş kemale erip yolun yarısına bir kala çıktığımız bu Latin diyarı yolunda, elbette sürprizlere gebe olduğumuz bilinci içerisindeydim.

Tarihler 24 Şubat 2010’u gösterdiğinde, biricik sevgilim karıcığım sabah uyanır uyanmaz, öpücüğümü verip yaş günümü kutladı. Kutlamayı uzatmayıp yolumuza devam etmemiz gerektiği bilinci içerisinde 4x4 aracımızın sıkışık arka koltuğunda Salar de Uyuni çölünde ikinci gün safarisel yolculuğumuza çıktık. Uçsuz bucaksız tuza dalıp, manzaranın büyüsü ile yaş günümü unutup seyre daldım.

Maceranın ikinci akşamı çöl yolculuğumuz bitip primitif çöl hostelimize yerleştiğimizde, günün özel anlarını fotoğrafladığım makinemle oyalanıp yemeği beklemeye koyuldum. Yemek öncesi, turumuza dahil çok milletli 6 kişilik grubumuz ile çok dilli sıcak sohbetimize koyulduk. Amaç konakladığımız hostele hakim olan çöl soğuğu havayı biraz olsun kırmaktı. Üç beş hoşsohbetten sonra karım grubumuza, o günün benim doğum günüm olduğunu açıkladı. Beş dilde (Fransızca, İspanyolca, Japonca, Polonyaca, Türkçe) tebrikleri kabul ettikten sonra, turumuza dahil olan ve o akşam içilmesi planlanan şarabı açıp kutlamamıza katık ettik.

Yazının başında sözünü geçirdiğim sürprizler kadehler kalktıktan sonra göz kırpmaya başladı. Önce yolculuğumuz esnasında sıkışık arka koltuğu paylaştığımız Japon dostumuzdan bir adet kartpostal çıkıverdi. Arkasını çevirdiğimde grubumuzdaki international dostların (şoförümüz ve karısı dahil) kendi dillerinde tebrik mesajı yazdıklarını gördüm. Karıcığımla birbirimize bakakalmıştık. Daha önce uluslararası bir hediye almamış olan ben ne diyeceğimi bilemeyerek ve gayet duygulanarak ikinci kadehimi tekrar kaldırıp herkese kendi dillerinde teşekkür ettim.

Yan masamızda ikamet eden ve diğer tura dahil olarak tahminlediğimiz, İngilizcelerinden Avusturalyalı ve İngiliz olduğu anlaşılan grup alkole bizden önce ve 6 şişe daha fazla bir farkla yemek öncesini geçirmekte idiler. Yemeklerimizi yedikten sonra zaten her zaman her yerde parti özleminde olan yan masadaki grup, elebaşları olan ve susmayı bilmek istemeyen Avustralyalı dostumuzun paylaşımcı kişiliği sayesinde masamıza şarabı ile katılım gösterdi. Masalar birleşti, bizim gruptaki şarap sever Fransız amca doğum günümü tekrar imledi. İşte yolların sürprizi o an başlamış oldu. Avustralyalı içkiperver dostumuzun tüm gruplara verdiği gazla kendimi şarap fondiplerken buldum. Sonrasında uluslararası kaynaşma ve çok sesli çok dilli doğum günü şarkım. Karıcığımla çok mutluyduk. Çölün ortasında 5000 metre yükseklikte soğuk havada ama sıcak bir ortamda hayatımdaki ilklerin ilki Bolivya’daki doğum günü partim. Gece ve şaraplar ilerledikçe partiye diğer tur grupları da dahil olmaya başlayıp şaşkınlığım iyice artmaya başlamıştı. Her gelen dünya vatandaşı, grup sayısının iki katı kadar şarabı alıp dil zenginliğini ve alkol oranını artırıyordu. Gecenin ortasında artık Brezilya’dan tutun Fransa’ya girin sonra da Japonya’dan çıkın uluslararası parti coştukça coştu. Her dilde tebrikler teşekkürler şarkılar…

Latin Amerika gezimiz sürprizlere açık. Ama inanın bu kadarını beklemiyordum. Viva 34 Bolivya…

Bolivya Gurme

Yükseklerde fazla yeme alçaklarda doy felsefesini devam ettirerek sınırına adım attığımız Bolivya’da, giderek daha da yükseldiğimizi hissederek açlık ve doyma hissimizi kaybetmiştik. Coca çayının da mucizesi ile eh bari şu yerel ekmek aaaaa bi de şu yerel peynir birlikteliğinde akşamı geçiririz hissiyatıyla Titicaca gölünün Bolivya kısmında –Copacabana- 2 gün geçirerek ekonomi yaptık.

La Paz şehrinde devam eden yükseklik sebebi ile bu şehirde de gurme eyleminde bulunamayan biz küçük Özel çifti, kilo vermenin de gururu ile festivale karıştık. Hostelimizin füzyon aşçısının ne idüğü bilinmeyen ve fakat menüde vejetaryen diye nitelendirdiği, gel abla domatesin iyisi burada, hiç böyle taze biber gördün mü yaklaşımlı çorbası, La Paz yemek bölümünü sizlere anlatmama yetmiştir sanırım.

Uzun bir yolculuktan sonra ulaştığımız Sucre şehrinde irtifa kaybetmenin de etkisiyle karnımız acıkmaya başlamıştı. Güzel otelimize yerleştikten sonra güzel karıcığımla güzel bir yemek yeme kararı aldık. İlk girişimimiz Arjantinli olduğu bilinen ve fakat kokusundan burada da yapılır bre diye hissetiğimiz Empanada ve litrelik nostaljik şişe cocacola oldu. Bu girişimde ıskaladığını anlayan ama yine de vazgeçmeyen biz küçük Özeller akşam yemeğine hazırlandık.

Sucre şehrinin şık sokaklarında çok şık olarak yakaladığımız La Taverna isimli Fransız gibi gözüken restorana sandalye attık. Gayet loş ve de hoş atmosferde, uzun zamandır rastlamadığımız naziklikte garsonumuz menüyü uzattı. Şarap şişeleri ve mum ışığı arasında menülerimizden Frenk yemeklerimizi seçip, yerel bir şarap ısmarladık. Sarhoş olursak korkusundan uzak Terruno şarabımızı açtırıp gerekli seremonileri gerçekleştirip kadehlerimizi şerefe kaldırdık. Şarap Bolivya şarabından umulmayacak kadar lezzetli, kokusu hoş ve geceye uygundu.- hem bütçesel (6 dolar) hem duygusal-

Masamıza ilk gelen aperatiflerimiz gözlerimizi yaşarttı. Fırında rokfor peyniri ile pişmiş aperatifimizin üzerindeki havyar parçacıkları bizi Güney Amerika’dan alıp hayallere savurdu. Ana yemek olarak seçtiğimiz makarnalarımızın sunum başarısı yanında lezzet başarısı pek umduğumuz gibi olmadı. Uzun lafın kısası Sucre’de çok sucre(bkz. Anlamı) bir gece geçirdik.

Potosi ile tekrar yükseklere tırmanıp, bütçeyi tırmandırmanın alemi yok özlü cümlesi ile adabımıza uygun davranıp az yemeli günlerimize döndük. Gezinin favorisi Salar de Uyuni ise tam bir görsel lezzetti. Bu yüzden Uyuni için gurme bilgisi yazmadım. Fakat uzun bir çöl yolculuğuna çıkma bilinci ile yolculuk öncesinde gayet turistik bir mekanda büyük bir pizza ile 100 yıllık Potosina biralarını mideye indirdiğimizi es geçemeyeceğim.

Turumuzun aşçısı müstakbel şoförümüzün karısı olarak tahminlerde bulunduğumuz Silvia’nın muhteşem çorba ve yemekleri, tuz çölündeki görsel lezzete eşlik etti.

Dipnot; Şili’de depremi yaşadığımız için Şili gurme yazımız olamayacak AMA lezzet imparatorluğu Arjantin’de tekrar buluşmak dileği ile sarsıntısız kalın…

1 Mart 2010 Pazartesi

Uyuni, Bolivya’dan Şili’ye…


Uyuni tuz çölünde, çölün kendisini ve etrafındaki bilumum lagün, krater, aktif ya da aktivitesini kaybetmiş volkan ve dünyanın midesinden çatlayarak öz suyunu dışa saldığı gayzerleri görmek üzere 3 ya da 4 günlük turlar düzenlenmekte. Turun sonunda ya gerisin geri Uyuni’ye dönüyorsunuz ya da bizim gibi Atacama Çölü üzerinden Şili’ye devam edebiliyorsunuz.

Potosi’den muhtemelen son yerli otobüsümüzle 5 saatlik süper eğlenceli -tavuklar, her yaştan çocuklar, bin yaşında görünen 50lik teyzeler, dişsiz amcalarla- seyahat sonunda Uyuni’ye vardığımızda ilk hedefimiz tur satın almak oldu. Uyuni’de çöl turları satan 50 kadar acente var ve hemen hepsinin vitrininde de bilumum farklı turistcanlar tarafından yazılmış “aman da nasıl eğlendik, şöyle süperdi, kesin öneriyorum” minvalli yazılar yer alıyor, biz önceden internet üzerinden yürüttüğümüz araştırma sonucu Andrea tur hakkında olumlu fikirler edindiğimizden bu pek etkileyici yazıları görmezden gelerek derhal kendimizi Andrea’nın ofisine attık ve hemen hemen hiç pazarlıksız adam başı 3 gün için –Şili transferi dahil- 90 dolares (630 bolivyan pesosu karşılığı) kendilerinden turumuzu satın aldık.

Uyuni için ideal zaman kıtanın tamamının aksine yağmur sezonu olan ocak ve şubat ayları, şayet yağmur ölçülü bir biçimde yağarsa tuz çölü, jeeplerin geçebileceği ve aynı zamanda biz ziyaretçilerinde oluşan ayna efekti sayesinde gökyüzü ve yeryüzünün birbirine fena halde kardeş oldukları çok acayip manzaraları görebileceğimiz şekle bürünüyor. İşin riskli tarafı eğer aynı yağmur sapıtık bir şekilde yağarsa jeepler çölün sadece ufak bir kısmına kadar girebiliyorlar ve siz de bütün o görmeyi umduğunuz ayna efektlerini internette search yardımı ile görebiliyorsunuz.

Biz yola çıkmazdan önceki gece sağ olsun sayın yağmur sapıtık bir şekilde yağdığından, devrisi sabah acente teyze üzülerek çöle sadece 45 km kadar girebileceğimizi zira Bolivya devlet babasının daha ileri gitmeyi bu sabah itibarı ile tehlikeli arz ettiğini söyledi. Yolun başından itibaren Machu Picchu hariç bütünüyle bizi destekleyen Mikail’e hafiften söylenerek 2 Bolivyalı-şoför ve aşçı-,2 Türk, 2 yaşlı Fransız, 1 çekik from Japonya ve 1 uyuz Polonyalı doluştuk cipimizin içine-Tansucum Toyota beklentisindeydi ancak bizimkisi yol boyu bindiğimiz tüm araçların aksine Lexus çıktı-

Çölün, 45 kmlik kısmı tamamlayıp, Tuz Oteli’nde öğle yemeğimizi yedikten sonra, süper şoförümüz, acente olmaz dedi ama diğer jeepler gidiyor bence de sorun yok devam edelim mi deyince altımızda kafalarımızı sallamak suretiyle onay verdik ve Tuz çölü ondan sonra başladı. Sağda dağlar, solda ufka kadar uzanan bembeyaz bir zemin ve üzerinde oynaşan bulutlar, hangi yöne baksak da neyi çeksek şaşkını olmuş bir grup turist. Bembeyazın içinde ilerleyen bir jeep. Çöldeki birkaç karasal alandan birinde bilumum boyuttaki kaktüsü ziyaretin ardından yavaştan tuz çölünü ardımızda bırakarak 3000 metrelerde tırmanmaya başladık. İlk geceki konaklayacağımız San Juan 4200 metrede süper primitif bir evimsi. Arka çayırlığımsı alanda onlarca kulakları bereli Lama-bunun nedenini sonradan öğrendik meğer yabani lamalar cirit atmaktaymış bu bölgede, sahipli lama olunca böyle süsleniyorlarmış- hava derecesi eksi bir şey. İlk geceyi sakince atlattıktan sonra ikinci sabah 8 de düştük yola. Bu sefer sağımız çölümsü, solumuz çölümsü her yan çölümsü. Bulutlar dağların kukuleta kısımlarına yerleşmişler, arada özgür lamalar koşarak geçiyorlar. Yol falan yok zaten, şoförün kendince uygun bulduğu bir rotadan ilerliyoruz. Bu noktada arada çamura saplanıp kalan jeepler gördüğümüzde şoför farkı anlaşılıyor-bizimki kesinlikle süperdi-. Çöller arasından esasen volkan olup bir süreliğine tatil yapan bir dağa ve yamacındaki volkanik yapılara tırmanıyoruz, her renk lagün arasında kırmızı flamingoları dikizledikten sonra yola devam. Konaklama mekanına varmadan önce yükseklik takriben 4800 metre. Uyuni’de dağ başında 2. gecemiz birincisini aratır primitiflikte, 6 yatak in kılıklı bir odaya yerleştirilmiş, ertesi sabah kalkış 04:30 olduğundan bizce sorun yok ancak Fransız amca ve teyze karalar bağlıyor. Günlerden Tansu’nun 34. doğum günü. Akşam yemeğimizi takiben yatma planlarımız yan masadaki Avusturalyalı çiftin alkol ikramları ve günün önem ve ehemmiyetine gösterdikleri ilgiden ötürü bir hayli tavsasa da Bolivya’da dağ başında hayatımızın en güzel gecelerinden birini geçirdiğimizi söyleyip ayrıntıları Tansu beyin yazacağını iletmek isterim.

3. sabah 5:00 da hafif alkollü ve çok soğuk şeklinde jeepimizle sıfır ışık altında gayzerlere doğru yola çıkıyoruz, tek algılanır görüntü ilerlerdeki diğer jeeplerin farları. Birden araç duruyor, camlar tamamıyla buğu yaptığından kapı açılıp bizler dışarı saçılıncaya kadar ee ne oldu bakışındaki ben karşımda yerden fışkıran buhar deryasını görünce magma ile olan ilk karşılaşmanın mutluluğunu yaşıyorum. Naber magma, sende dayanamayıp saldın kendini şeklinde saçma konuşmalarımız ve binlerce fotoğraf çekimi ardından gezinin ve günün bizim için son durağı rakım 5350 metre yeşil lagüne varılıyor. İçindeki toksik bir maddeden ötürü tamamen yeşil olan ve aynı toksik madde sebebiyle flamingoları öldüren-üzerinde ölü konumda koca bir flamingo grubu halen duruyordu- lagün ardındaki volkanla o kadar güzel o kadar güzel ki, burada tıpkı ölü flamingolar gibi saatlerce kalıp öylece durabiliriz.

Heyhat saat 10:00 itibarı ile Salar de Atacama-Atacama Çölü’ne giden bir aracın içinde olup Şili’ye geçmemiz gerekiyor. Şimdiye kadarki gezinin en etkileyici kısmı olan Uyuni’den ayrılarak uzun çok uzun bir otobüs yolculuğuna doğru terk ediyoruz Uyuni’yi.

nerde kalmıştık. Sucre ve Potosi


Geçmişin hayaletlerinin izinde…

Sucre Bolivya’nın bir zamanlar resmi başkentiyken uzun bir süre önce yerini La Paz’a bırakmış ama muhtemelen Bolivyalıların kalbinde halen başkent Sucre, zira La Paz’ın aksine huzurlu, bakımlı ve pek güzel. Sucre İspanyolca şeker manasına geliyor ve gerçekten de adını sonuna kadar hak ediyor. Bembeyaz koloniyel yapılar, irili ve irili kiliseler, batmayan bir güneş, yeşillikler altında bir meydan.

Biz zayıfladıkça, ağırlaşan çantalarımızla, kentin sokaklarında bir süre dolandıktan sonra tam merkezde nefis bir otele- güçlü Türk pazarlık gücümle, yarı fiyatı ödeyerek- yerleştik. Rahat oda ve 220 volt elektrik bulunca da derin bir oh çekerek bilumum tüylerimizle vedalaştık.

Buralarda gümüş varken ve İspanyollar büyük bir zevkle bu gümüşün tadını çıkarırken Sucre ve Potosi’de altın çağlarını-tabii ki sadece şanslı bir azınlık yoksa madenlerde çürüyen yerliler değil- yaşamışlar. Sucre dönemin izlerini halen taşırken, Potosi için aynı şeyi söylemek ne yazık ki çok zor.

Bolivya’ya gelmemizin nedeni rotamız olmasının ve diğer gezginlerin izini sürmenin yanı sıra, yakın ve uzak tarihin de izini sürmekti. Şehrin güzelliği ya da çirkinliğinden ziyade önemli olan orada olmak ve bir zamanlardan geriye kalanları yakından tanıyabilmekti. Bunu ne kadar başardık tartışılır ama, okuduğumuz onlarca şeyin gözlerimizin önünde tüm çıplaklığıyla duruyor oluşu gerçekten eşsiz bir deneyim oldu.
Sucre’de aylar sonra bir kere daha kendimizi sefahatin kollarına bırakıp şehrin tadını çıkarırken, bir zamanların gümüş imparatorluğu Potosi’de, gözlerine madenlerin karanlığı çökmüş insanlara bakarken eğlendiğimizi söylemek çok zor.

Birbirinin içinden geçen beyaz sokaklardan oluşan Sucre’de onlarca bar, cafe ve restoran arasında seçim yapmak başlangıçta zor görünse de, Fransız olduğunu iddia eden ancak daha ziyade karma bir mutfak sunan-ki muhtemelen gurmede bay Zooda uzun uzadıya bahsedecektir- la taverna ve şehri tepeden gören X Cafe favori mekanlarımız oldu. 3 gün boyunca şehri dolaşırken ayaklarımız mütemadiyen bizi bu iki mekana çekti ve biz de karşı koymadık.

Bolivya diğer güney Amerika ülkeleri ve hele ki İstanbul ile kıyaslanınca oldukça ucuz, dolayısı ile normalde iki sandviçe ödediğiniz paralarla burada Fransız lokantalarından, manzaralı cafelere kadar bilumum şıkır yerde yiyip içme şansı mevcut. (fiyatlar hakkında ufak bir hayal gücü için 2 son kertede kokoş makarna, 1 şişe şarap, 1 havyarlı aperatif, 1 suflemtırak çikolata denizi kılıklı tatlıya 20 dolar ödedik)

Sucre’ye gelip sadece iyip içmedik tabii ki ve dünyanın en fazla dinozor ayak izlerinin olduğu parka giderek bu dev hayvanatlar gerçekten ne kadar büyüklermiş acabayı yerinde inceledik. Gerçekten çoook büyüklermiş, en büyüğü iki otobüs kadar falandı ve kendisinin tek bir ayak izi de 3 adam büyüklüğündeydi desem hiç de abartmış sayılmam. Bu dino parkı benim açımdan aynı zamanda epey bilgilendirici de oldu, meğerim dinoların bir sürü farklı modeli varmış ve göç ediyorlarmış. Güney Amerika’nın kuzeyi ve güneyinde yapılan bir takım araştırmalar sonucu kendilerinin birbirlerine misafirliğe gittiklerini keşfetmişler, o koca ayaklarla seyahat pek bir sorun yaratmıyordur tabi. Bazı dinolarında sadece 2 ayağı ve 2 de ne idüğü belirsiz kanatımsı kolları vardı, bu kolları kullanmıyorlarmış ve sandığımın aksine kocaman olanlar daha dostane iken ufaklıklar daha saldırgan ve cadalozmuş. Dino parkında kötü olan tek şey, hemen yanı başındaki çimento fabrikası ve bitmek bilmeyen inşaatı, hem inşaat hem de toprak kaymaları yüzünden her sene bir sürü dinazor ayak izini kaybeden parkın bu salak fabrikayı bölgeden uzaklaştırmak için ne yazık ki yapacağı hiçbir şey de yok, zira parkın arazisi fabrikanın mülkü ve sadece dino ayak izlerinin olduğu duvar kültür mirası olarak geçiyor, onlarda tüm umutlarını UNESCO’ya bağlamışlar. Bu da çok tipik bir Güney Amerika tavrı, kendileri pek bir şey yapmayıp kaderlerini sürekli daha güçlü bir başkasına devrediyorlar.

Sucre’deki sefahat günlerimizi terk edip Potosi’ye vardığımızda sonunda dünyanın en yüksek şehrine de varmış olduk. Denizden yüksekliği 4090 metrecik. Pazar günü olması nedeniyle şehir ölü kıvamında olduğundan ilk gün boş sokaklarda dolanarak gümüş dağının hayaletlerinin izini sürsek de asıl hayaletlerle pazartesi sabahın erken saatlerinde karşılaştık ve aynı günün akşamında da kenti terk ettik.

Potosi’nin dört bir yanına dağılmış onlarca Western Union şubesi önünde avurtları çökmüş, üzerleri lime lime ama şubeden içeri girerken şapkasını çıkaran amcalar bu gezinin en iç kıyıcı görüntülerini oluşturdular. Şehrin altını binlerce delikli bir peynire çeviren madenlerden geriye, para kazandıracak pek bir şey kalmayınca, eski maden imparatorları ellerini buralardan çekmiş ve madenler, minik kooperatifler tarafından özelleştirilmiş. Bugün ise hiçbir şey çıkmayacağını bilse de halen yüzlerce adam ve çocuk madenlere inmeye devam ediyor, olurda ufacık bir parça gümüş bulurlar ve ailelerini geçindirebilirler diye.

Turistlerin Potosi’ye akın etmelerinin nedeni de bu madenler, şehrin dört bir yanına dağılmış onlarca acente her sabah onlarca turisti madenlere turistik atraksiyona taşıyor. Madenci marketinde, madenciler için alınan bilumum hediyenin –coca, alkol ya da dinamit- ardından madenlere gidiliyor ve gerçek madencilerle birlikte bir gün bir saatliğine madene girilerek turistlerin “işte gerçek bir madene de girdim, yaşasın” hissine sahip olması sağlanılıyor.

Biz gitmedik, madene girdikten 10 sene sonra öleceklerini bile bile 13-14 yaşında çocukların çalıştıkları bu zehir kuyularına hayvanat bahçesine gider gibi gitmek istemedik, her ne kadar Lonely Planet unutulmaz bir deneyim olarak nitelendirse de.
Potosi’den çölün içinde 3 gün kaybolmak üzere Uyuni’ye gidiyoruz.