28 Şubat 2010 Pazar

Depreeeem!

Herkese selam,

Sili'de bildiginiz uzere deprem oldu maceraperver bir cift olarak depremi yerinde bizzat yaşarak inceledik. Kimseye tavsiye etmiyoruz.

Depremden tek parca olarak ve tüm ekipmanimizi kurtararak ciktik bu aksam Sili'yi terk ederek Arjantin Mendoza'ya geciyoruz. Dolayisi ile Sili hikayelerimiz simdilik olamayacak.

Bolivya ile ilgili gozlemlerimizi ise Mendoza'da tekrar medeniyetle bulusunca yayinlayacagiz.

herkese tsunamisiz gunler diliyoruz, dunyada stabilite hakim olsun.

20 Şubat 2010 Cumartesi

Sucre'ye giderken...


La Paz’da kaldığımız hostelin önerisi ile ülkenin en iyi otobüsü olarak sunulan Trans Copacabana’ya yerleştikten 1 dakika sonra hosteldeki seyahat acentası tarafından fena halde kazıklandığımızı anlamış bulunduk.
Zira bize otobüs olarak kaktırılan şey, koltukların pide kıvamına varması nedeniyle kıçınızın altına battaniye koyulmaksızın oturmanın pek olanaklı olmadığı, amortisör denilen şeyden bi haber kamyondan bozma ancak tüm bu olumsuz yapı içinde semi cama-koltukların yüzde %50 yattığı- bir araç olarak karşımıza çıktı.
Daha fenası biz bu şeker aracın içinde kendimize uygun bir oturma şekli ararken hemen yanımızdan geçen El Dorado’ların afili görüntüleri oldu. Neyse canım yol bu, en azından bilet çok ucuz diyerek vurduk kendimizi uykuya ve 14 saat sonunda tek parça olarak Sucre’ye ulaştık.

La Paz

14-17 Şubat
Copacabana-La Paz arası 2,5 saat kadar, ancak yolun bir kısmında otobüs ve yolcunun birbirlerinden ayrı olarak seyahat etmesi bekleniyor ve bu nedense hiç dile getirilmediğinden yolcu olarak afallamanız pek olası. Otobüs ayrı bir teknede, yolcu ayrı bir teknede son kez Titicaca üzerinde yol aldıktan sonra karşı kıyıda tekrar buluşarak La Paz’a doğru devam ediliyor.

La Paz klasik bir büyük şehir, kalabalık, gürültülü ve pis ama o da bir şekilde tarafımızdan sevilmeyi başardı. 3 gün kaldığımız şehirde ilk gün karnaval sebebiyetiyle şehrin en büyük caddelerinden birisi trafiğe kapatılmış ve yol kenarına sandalyeler dizilmişti, biz de tabi en meraklı turist halimizle en önde, ideal ve güneş almayan bir noktaya yerleşip 3-4 saat kadar bilumum karnaval ekibini izledik.

4 saatin sonunda midemizin guruldamaya başlaması ve karnaval denilince Bolivyalıların aklına su balonu, su kalaşnikofu ve köpük püskürten traş köpüğümsü tüpler geldiğinden bulunduğumuz nokta stratejik açıdan tehlikeli olmaya başladı. Sağımızda ellerinde onlarca su balonu olan sarhoş kızlar, solda ise birbirlerini köpüğe boğan velet sürüsünün arasından usulca süzülerek ortamdan uzaklaşma çalışmamız ise, bölgede konuşlanmış diğer on bin su kalaşnikoflu adam arasından tam olarak başarıyla sonuçlandı diyemeyeceğim ama en azından hava sıcaktı.

Karnaval kısmını kendi açımızdan kapattıktan sonra daha fazla ıslanmamak için ilk günü hostelimizin bahçesinde yayarak geçirdik. La Paz’da ikinci günümüzde de karnaval sürüyordu ancak su balonu hikayesi son bulduğundan şehri gezmek tehlike arz etmedi.

İkinci günün sonunda La Paz’da esasen görülecek pek bir şey olmadığına karar vermiştik ki, üçüncü gün Latin Amerika gezimizin bir diğer şahane müzesini keşfetmemizle La Paz bir anda renk değiştirdi.

Bolivya Enstrüman Müzesi. Bolivya’dan binlerce müzik aleti toplanarak oluşturulmuş ki bu ülkede bu kadar farklı enstrümanın olduğunu hiç bilmiyorduk-. Her odaya girdiğinizde o odada yer alan aletlere ait müzikler çalmaya başlıyor. Müzenin bir odası kendi keşifleri olan 5 saplı gitardan, tahta saksafona kadar bilumum tuhaf enstrümana ayrılmış. Son odada ise dünyadan müzik aletleri yer alıyor, Türkiye temsilcimiz ise telleri kopuk bir saz. La Paz’ın en güzel sokağında yer alan müze, La Paz’a gidilecekse görülmesi gereken ilk şey olmalı.

İkincisi ise cadı pazarı olarak adlandırılan minik bir sokak. Sokak boyunca bilumum müzik aleti ve el sanatı satıcısı arasında kurutulmuş Lama ceninlerinin derhal dikkatinizi çektiği üç beş tezgâh yer alıyor. Bu tezgâhların kiminin arkası ise dükkân havası verilmiş her şeyin satıldığı kocaman delikler şeklinde. Sağlıktan, zenginliğe, aşktan, bilgeliğe kadar her konuda şans getirdiğine inanılan farklı şekillerde yontulmuş bilumum taştan, şayet o sabunla yıkanırsanız zengin olacağınızı söyleyen sabunlara, aşk iksirlerine, her türlü derde deva binlerce zamazingonun yer aldığı dükkânlarda eğlenceli uzun saatler geçirmek mümkün.

La Paz’dan sonraki durağımız, ülkenin eski başkenti Sucre. Önümüzde 14 saatlik bir yolculuk daha var, bakalım bu sefer ki otobüsümüzde bizi neler bekliyor.

Titicaca ve çevre iller


11-14 Şubat 2010
Her gün bir yerden diğerine doğru ilerlerken ara sıra yazma eylemi tavsıyor ister istemez, oysaki en başından beri niyetimiz gördüğümüz her yere dair kısa ya da uzun illaki birkaç kelam etmek. Dolayısı ile gecikmiş bir yazı ile daha karşı karşıyasınız.

Deniz aslanları, Nazca’daki ne idüğü belirsiz çizgiler derken bir kez daha uzun bir otobüs yolculuğu yaparak, ancak bu sefer son derece uygar koşullarda bir yolculukla Peru’daki son durağımız Puno’ya vardık. Puno ilk bakışta çirkin bir yerleşim, otobüsün camından görünen manzara bitmemiş onlarca ev. Kırmızı tuğlalar var gerisi yok. Puno’nun çirkinliği, yanı başında uzandığı Titicaca Gölü’nün güzelliği ile tezat oluşturuyor.

Titicaca, dünyanın en yüksek taşıma yapılabilen gölü, Peru ve Bolivya arasında sınır görevi görüyor ve buraya gelmemizin nedeni de kendisinin ev sahipliği yaptığı birkaç adayı ziyaret edip, Bolivya’ya doğru yola devam etmek.

İlk gün öğle saatlerinde ulaştığımız Puno’da öncelikli hedefimiz, en ideal ada turunu bulmak. 3 farklı ada turu opsiyonu mevcut.
1) Yarım günlük Uros Ada turu -Islas flontantes-
2) Uros + Taquila adasını görebildiğiniz tam günlük tur
3) 2 gün bir gece, Peru kısmında kalan 3 adayı da görebildiğiniz -Uros, Taquila, Amantani- tur-bu turda bir gece Amantani'de yerli aile yanında konaklama gerekiyor.
Biz bir gün önceden süregelen cırcır münasebeti ile gece kalmasız tam günlük tura yazılıyoruz.

Adaların en meşhuru Aymara yerlilerinin yaşadıkları yüzen adalar olarak adlandırılan Uros Adaları, Urosları Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde meşhur edense Coşkun Aral ve Haberci, belki hatırlayanınız çıkar.

Uroslu Aymaralar; Titicaca üzerinde yüzen adalarda yaşıyorlar, daha doğrusu bir zamanlar yaşıyorlarmış, şimdi sadece turist eyliyorlar, adada yaşayan kalmamış, gündüzleri turist turuna gelip, akşamları Punoya geri dönüyorlar.
Adalar, gölde yetişen ve sazlığa benzeyen totora adlı bir bitkinin üzerine inşa ediliyor, ama bu bitki milleti çok uzun süreli bir hayata sahip olmadığından düzenli aralıklarla yenilenmesi gerekmekte, bu da bir sürü iş demek. İnşa edilen adanın başıboş bir şekilde gölün üzerinde salınmaması içinde dört bir yanından göle bağlanıyor, bir nevi göle demir atma olarak tabir edebileceğimiz bir işlem.

Adada yürürken düz bir satıh yok, hafif dalgalı ve bastıkça ayağın içine göçtüğü bir durum hakim ama dikkatinizi çekerim Tanzoo’cum tamamen sorunsuz ve full dengede tamamladı ada turunu. Bu adada, adanın yerlileri önce size kısaca bu ada nasıl inşa edilmiş gibi bilgileri sunuyor ardından da, her biri kendine 3-5 turist seçerek, içlerinde TV’nin dahi olduğu doğal evlerini gezdiriyor. Ardından her turist kendisine evini gösteren yerlinin tezgâhına yönlendirilerek kıvır zıvır alması teşvik ediliyor. Alışveriş faslından sonra, adaların kendi aralarında ulaşımını sağlayan totoradan yapılan kayıklarla mini Titicaca turu var, bu işlem ekstra ücrete tabi ve turistik aktivitenin doruk noktasını oluşturmakta, zira yerli teyzeler siz kayığa binmezden önce sizi, önce Aymara dilinde ardından da İspanyolca, İngilizce ve Almanca şarkılarla uğurluyorlar.

Tekne dolusu turist olarak her türlü turistik aktiviteye dahil olduktan sonra ikinci adaya doğru yola çıkılıyor, yola çıkılıyor çıkılmasına da varmak o kadar kolay değil, tekneler genel olarak eski ve bir hayli yavaşlar-Bolivya’ya geçince Peru’ya yavaş dediğimize bir parça pişman olmadık değil- gayet yakın görünen adaya varmak yaklaşık 3 saat sürüyor, sonrasında öğle yemeğinin yenileceği eve varmak içinde bir hayli tırmanmak gerekse de manzara nefes kesici, tabii takriben 4000 metrelere tırmanıldığı için mecazi olmayan manada da nefes kesilmeleri yaşayan ben bu noktada sigara içmediğime bir kere daha pek memnun oldum, zira önümdeki İrlandalı amca 15 dakikanın sonunda nerdeyse mora döndü.

Bu adadaki yerliler bizim Amazonlardan tanıdığımız Quechualar, kendilerinin yemek öncesinde minik bir dans şovu oluyor, ben de olaya bir şekilde dahil olup bir süre karşılıklı hoplayıp zıplıyoruz. Yemeğin ardından köyün diğer tarafına park eden teknemize ulaşmak amacıyla köyün tepelerinden yaklaşık 2 kmlik bir yol yürüyoruz. Bu yolunda son derece turistler için inşa edildiği belli, satıh yürümeye son derece müsait, hiçbir falso yok. Yol boyu eşlik eden manzara içinse ne desem boş. Bulutlar gölün içinde, tarımsal arazi setler şeklinde göle kadar uzanıyor, arada bir iki ufaklık koşarak geçiyor. Mucizevi.

Yolun sonu bir üç saat daha ağır aksak tekne yolculuğu, yarın Puno’dan Copacabana’ya geçiyoruz. Titicaca’nın Bolivya ayağına.

Bolivya’dan Titicaca


Puno’dan Copacabana’ya 3 saatlik bir yolculukla geçiliyor, sınır kontrolleri de bu süreye dahil, Bolivya sınırı şimdiye kadarki en sorunsuz sınır geçişimiz. Amigo bu pasaport nerenin isim nerede yazıyor gibi soruları dahi sormadan basıveriyorlar giriş damgasını.

Copacabana tam bir backpacker şehri, her yerde bar ve cafelerin olduğu minicik bir yer, Puno’nun aksine göle nazır bir hostelde kalabilme, sahilde yemek yiyebilme, sahilde yürüyebilme gibi imkanları da beraberinde sunduğundan Puno’dan daha fazla sevdik kendisini. Ve evet, Bolivya çok daha ucuz Peru’dan. Göle nazır banyolu ve kahvaltı dahil odamıza yolun başından beri verdiğimiz en ucuz meblağayı (iki kişi 10 dolar)ödeyip yerleştikten sonra bu sefer Titicaca’nın diğer adalarını keşfedecek turu aramaya başladık.
Sahildeki amcalar gidiş geliş 3 dolara tur satışını gerçekleştirdikten sonra günün kalan kısmı, sahil kenarında yaymak, mini meydanda dolanmak ve ana kilise önünde yerli halkın arabalarının kazasız belasız yol alması için gerçekleştirdikleri araba yıkama süsleme-gelin arabası modunda süslü araçlar, şampanya ve bira ile çılgınca yıkanıyorlar-aktivitelerini izleyerek geçiyor.

Sabah, adalara varmak üzere Bolivya model teknemize yerleşiyoruz. Puno’dakilere eski diyen ben çok utanıyorum, zira bu teknemsi şey saatte 3 km hızla falan gidiyor ve içerisinde koltuk yerine süper bitişik nizam rahatsız sandalyeler mevcut. Yeni bir 3 saatin sonunda, yüzsek aynı vakitte geleceğimiz adaya varılıyor. Güneş Adası. İnka Medeniyeti, güneş tanrısının bu adadan doğduğuna inandığı için ada İnkalar açısından büyük önem taşımakta. Geçtiğimiz yıllarda Ay adasına da gidiliyormuş, bu ada da adından anlaşılacağı üzere ayın doğduğu ada olarak kabul edilmekte ancak turistler tarafından pek rağbet görmeyince vazgeçilmiş, teknelerin hızlarından neden rağbet görmediğini anlamak zor değil.

Adaya giden iki tur mevcut. İlk alternatif yarım günlük tur ile adanın güney tarafına gitmek, diğeri ise kuzeyden başlayıp güneye kadar devam eden tam günlük tura katılmak. Biz buralara kadar geldik tam gün olsun diyerek kuzeyden başlıyoruz keşfe. Keşif öncesi adaya ayakbastı parası alıp yanınıza bir rehber amca veriyorlar, amcanın yabancı dili İspanyolca olduğundan bizim için kendisi pek bir şey ifade etmiyor. 50 dakikalık bir tırmanma sonucu güneşin doğduğuna inanılan ve pumaya benzettikleri kayaya varıyoruz. Kaya daha ziyade bizdeki “bak bak aynı Atatürk’e benziyor, gördün mü” denilen kayalar benzerliğinde.

Aynı yerde güneş tanrı adına yapılan mini bir tapınağı gezip, Machu Picchu’yu vuran sele bir kere daha küfrettikten sonra, güneye tekne ile dönmek yerine adanın tepesinden güneye doğru yürümeye karar veriyoruz.

7kmcik yol canım noolcek şeklinde başlayıp, 2,5 saat sonunda pestil kıvamında güney kıyısına vardığımız orijinal İnka yolu, peeh İnkalar gibi olduk hissi yaratışı ve dört bir yanından kalp çarpıntısı yaratan manzarası ile gönlümüzde özel bir yer ediniveriyor. Yavaş ötesi teknemiz, geri dönüş yolunda çakma Uros adasına uğruyor, adanın sahte oluşu ve sırf bir parça fazla döviz için inşa edildiği o kadar belli ki tekneden inmiyoruz bile.

Bu akşam Titicaca’yı terk ederek La Paz’a doğru yola çıkıyoruz, yarın La Paz’da karnaval zamanı, bakalım ne olacak.

14 Şubat 2010 Pazar

İnka Gurme (Peru’da yüksekte yüksek lezzet beğenisi)

Ekvator yeşilliğinden Peru çöl medeniyetine geldiğimizde, içimi ve midemi (burada yemek bulmak bir seraptan ibaret olsa gerek) tez cümlesi kaplamıştı.
Neyse ki Lima sokaklarında atılan birkaç turdan sonra, insanların inka müzikleri ile eğlenip bişeyler tattığı bir parka ulaştık. Tadım aktivitesinin her yıl bu parkta festivale dönüştüğü bu lezzetli bişeylerin ismi Pisco… Bu leziz alkollü içki, birkaç metod ile inka vücudunda ve damarlarında %40 ın üzerindeki alkol oranı ile yer buluyor. Bu tadım aktivitesinden ayrı kalmayan biz non-inka özel çifti bir kaç çeşidinden tattık Pisco’nun… Ben şahsen lime ile süslenen Pisco Sour’a bayıldım. Bu arada yumurta ile arası iyi olmayanlar için Pisco’nun yumurta akı ile hazırlandığını belirtirim ve fakat içiminde yumurta akını pek hissetmiyorsunuz (alkolden diliniz uyuşuyor herhal).

Ziyaret ettiğimiz ikinci Peru durağı olan Paracas’ta deneyimlediğimiz deniz ürünleri gözlerimizi yaşarttı, o kadar ki kumsaldaki balıkçıllar hıçkırıklarımıza katılıp ötüşüp durdular. Bu kadar balıkçılın bir bildiği var sanırım deyip yediğimiz Ceviche’ler, bundan önceki ceviche yazılarını bilgisayardan derhal silmeme yol açtı. Her çatalında ayrı bir deniz ürünü bulacağınız ceviche, ah keşke bir parça ekmek olsa da sosuna bandırsam dedirtiyor ve acımıyor insana… lezzetten bayıltıyor.

Ayrıca ayılana Qusquenna bira bayılana İnka Kola ( sarı gazlı içecek) mevcut. İnka Kola’yı ilk gördüğümde CocaCola’ya ayak direyen öz Peru kolası olarak algılamıştım ve fekat etiketi dikizleyince CocaCola Company ibaresi ile karşılaştım. Ülkede CocaCola da mevcut ama halk İnka Cola sempatizanı.

Üçüncü durak Puno Titicaca Gölü. 3800 metre yüksekte yeşillikle karşılaşılıyor. Bu metrelerde halüsinasyon görüldüğü için şahsi önerim çok az ve öz yemek. Hatta fazla alternatif denemeyip mideyi dinlendirmek. AMAA coca yapraklarından hazır edilen çaydan mutlaka içilmeli. Zira baş ağrısı ve midesel aktivitelere iyi geliyor. Coca ürünleri deneyinz ( coca şekeri vs.) denetiniz.

Bolivya’da tekrar görüşmek üzere halüsinasyonsuz günler dilerim...

Kaptan pilotunuz Nazca'dan bildiriyor.

11 Şubat 2010

Çölün ortasında, 500 kmlik bir alanda bir takım izler yer alıyor. 800 kadar çizgi, 300 figür, 70 kadar hayvan ve bitkiye ait bu izleri kimin ve neden yaptığı ise halen gizemini koruyan bir sır. En azından dünyanın bir kısmı için. Yoksa kendini bu çizgilerin sırrına vakf etmiş Alman matematikçi Marie Reiche göre çizgiler MÖ 900 ve MS 600 yılları arasında Nazca ve Paracas kültürleri tarafından astronomik bir takvim oluşturmak amacıyla yapılmışlar.

Erich von Daniken ise izlerin tamamıyla Uzaylılara ait olduğunu söylüyor bknz. Tanrıların Arabaları (ben kitabı okumuş değilim, Nazca’da uçağa binmezden hemen önce seyrettirdikleri belgeselde yer alan bir bilgi aktarımı gerçekleştiriyorum)

Biz tamamen bilimsel bir amaçla Nazca’ya kadar gelerek bu izlerin peşine düştük. Tabi bu o kadar kolay olmuyor, öncelikle pır pır tabir ettiğimiz uçaklardan birisi ile izlerin bulunduğu alanda 35 dakikalık bir tur atmak gerekiyor. Her izi yakından görebilmek için aşağı yukarı ve sağa sola fır dönen 6 kişilik bir uçakta 35 dakikalık yolculuk takdir edersiniz ki kolay değil, amaç hem çizgi görmek hem de kusmamak.

İzler kumun üzerinde ince bir şeritle çizilmiş gibiler ancak her biri devasa büyüklükte olduklarından algılamak güç değil. Uçağın devinimlerine karşı ise önerim pilot yanı, co pilot mevkiini kapmak böylece mide bulantılarından minimumda etkileniliyor.

Sonuç olarak, insan denilen canlının bu kadar acayip figürü bu kadar da geniş alanda sırf bir takvim için yaptığına inanmak pek güç, hem hadi öyle o astronotun ne işi var orda. Bence de zuzaylılar. (Gerçi buranın yerli halkı kendilerine sorduğunuz her sorudan sonra-ingilizce bilenler dahil olmak üzere- gayet uzaylıymışcasına anlamaz gözlerle baktıkları için onların ataları neden yapmış olmasın)

Kuşlar, kanatlı uygarlıklar…*

09-10 Şubat 2010
Biz Amazonlarda ormanın derinliklerinde böceklerle fink atarken Perulu Machu Picchu ve çevresini sel aldığından Peru rotamızı sahil yönünde değiştirerek kıyı kıyı gitmeye karar vermiştik.

Kıyısal duraklarımızın ilki fakir turistin Galapagos Adaları olarak anılan Balletas Island ve kardeş kuruluşu Paracas Reserve. Balletas adalarında yoğun bir kuş nüfus var ancak bu kuşlar öyle bildiğimiz sıradan kuşlar değiller, kendilerinin Guano adı verilen dışkıları çok kıymetli, o kadar kıymetli ki vaktiyle bu bok için Şili ve Peru birbirlerine girmişler. 1865-66 yıllarında vuku bulan savaş sonrasında kuşların yoğun yaşadığı adalardan birisi Şili’ye kalmış. Guanolar özellikle tarımda verimliliği artırıcı gübre olarak kullanılmaktalarmış ancak yeni teknolojilerle Guanolar eski önemlerini kaybettiklerinden Peru ve Şili boku bokuna savaşmış.

Balletas Island’a ulaşmak ve buradaki turlara katılmak için en kolay yol Lima’dan Cruz Del Sur ya da Soyuz şirketlerinden birisi ile Pisco’ya kadar gelmek ve Pisco’dan taksi ile Paracas’a ulaşmak (Cruz del Sur ile gelinirse, kendileri Paracas’a kadar getirdiğinden taksi masrafından tasarruf ediliyor)

Balletas Island, Paracas Doğal Reserve’nin içinde kalıyor, şimdiye kadar doğal reserve denilince sürekli yeşillikler görmeye alıştığımızdan, Paracas’a giden yolda ise Peru’da değişmeyen kum manzaramız eşlik ettiğinden hafiften bir şüpheye kapılmaya başlıyoruz, yanlış yolda mıyız aceba?

Nihayet Paracas’a vardığımızda ise yer gök kum, çöldeyiz ve kum fırtınası başladı, reserve nerede nerede yeşillikler şeklinde derken kafamız biraz daha karışıyor.
Devrisi sabah uyandığımızda kum fırtınası yerini parlak bir güneşe bırakmış, Mikail’e teşekkürlerimizi sunarak kıyıda bizleri ve diğer onlarca turisti bekleyen botlarımız aracılığı ile adaya doğru ilerlemeye başlıyoruz. Yolun daha yarısına varmadan onlarca yunustan oluşan dev bir sürü botun yanı başında beliriyor, 1, 3, 5, 15 derken ben saymayı bırakıp Tanzuu bak orda, yok burada, aha da şurda şeklinde kendisini dürtmeye başlıyorum. Sürü geçiyor, yola devam ediyoruz, ufaktan pelikanlar ve balıkçıllar görünüyor, derken kuşlar, kuşlar ve kuşlar. Alfred Hitchcok ‘Kuşlar’ filminde kesin buradan esinlendi derken çığlıklar içerisinde denizaslanı sürülerine yanaşıveriyoruz, yüzlerce irili ufaklı aslancık kayaların arasında yaymış güneşlenmekteler. Yeni yavrular doğduğu için etrafta bir sürüde kımıl kımıl bebek denizaslanı var. Ben ne tarafa bakacağımı, Tansu hangi birisinin fotoğrafını çekeceğini bilemez durumda mest bir şekilde 1 saat kadar bilumum kuş, Humbolt pengueni, denizaslanı, balıkçıl arasında dolandıktan sonra geri dönüş başlıyor. Kıyıya yanaştık yanaşacağız derken bu sefer tek başına ancak nerdeyse elimi uzatsam tutacağım mesafesinde bir yunus daha beliriyor, bu seferkinin farklı bir yunus türü olduğunu söylüyor rehberimiz. Sayın yunus botun etrafında kah denize dalıp kah havalara sıçrayarak türlü şaklabanlıklar yaptıktan sonra geldiği gibi yok oluyor.

Çölün ortasında

Günün ikinci turu Paracas Reserve, Paracas Reserve benim umduğum gibi yeşillikleri ile değil aksine uçsuz bucaksız çöl yapısı ve içinde yaşayan hayvanları ile önemliymiş. Peru’nun tuhaf bitki-daha doğrusu bitkisiz- örtüsünü görmek için ideal bir nokta burası. Binlerce kilometre uçsuz bucaksız çöl ve sonunda okyanus. Bildiğimiz çöllerin aksine en yakın arkadaşı su ama kendisi suya sonsuz hasret. Paracas Reserve’da sabah gördüğümüz hayvanların yanı sıra, deniz kaplumbağaları, flamingolar ve birkaç çeşit kuş daha yaşıyor, Ancak insanlar reserve yaklaştıkça hayvanlar güneye doğru kaçtıklarından reserve’in büyük bir bölümü insan ulaşımına kapatılarak hayvanlara tahsis edilmiş. Dolaştığımız bölge ise doğanın bambaşka bir yüzü ile karşılaşmak açısından oldukça ilginçti. Sağ, sol, ön, arka her yer kum sadece kum ve işin enteresan tarafı hem çok estetik hem de bir o kadar dinlendirici. Çok güzel, çok.

Akşam çölün bir başka mucizesini yerinde incelemek üzere kıyı kıyı rotamızdan taviz vermeden Nazca’ya gidiyoruz.

*Jacque Perrin'in filminden esinlendim, ne var.

7 Şubat 2010 Pazar

Uçtu uçtu kim uçtu?


Bu akşam üstü Zooda’lardan biri gökyüzünde süzülüveren kuş kardeşlere eşlik etti Lima semalarında. Amaç her iki Zooda’nında uçmasıydı ve fakat birisi havalandıktan ve diğeri tüm uçuş kostümünü giymiş beklerkene hain rüzgar bir anda cozuttu ve esmemesi gereken yönden delice üfürmeye başladı, dolayısı ile de uçan uçtu diğeri de ama ama ama ben şeklinde geride kalakaldı.

Lima’da ne yapılır?

03-08 Şubat 2010
Bu sabah itibarı ile Lima’dan ayrılıyoruz. 3 diye planlayıp, Peru sınırından itibaren bize eşlik eden çöl manzarası nedeniyle derhal gitmeliyiz buralardan ruh hali ile geldiğimiz Lima’da 5. akşamımızı tamamlamak üzereyiz. Anlayacağını z her türlü negatif etkenine rağmen sevdik bu şehri.

Lima, Güney Amerika’nın o şehre mutlaka gitmelisiniz denilen, o güzel şehirlerinden biri kesinlikle değil. Bir kere yapış yapış bir havası ve yakıcı bir güneşi var, trafiği berbat, şehrin büyük bir kısmında evler çirkin, kalabalık ve kocaman. Ama bütün bunların yanı sıra canlı ve hayat dolu. Yaşıyor ve sizi de kendisine eşlik ettiriyor.

Lima’da şayet isterseniz görülecek çok şey var, şehre şöyle bir bakıp geçebilirsiniz ya da bu görülebilecek bilumum aktivite peşinde koşturabilirsiniz-bizim gibi-

Madde madde sıralayacak olursak,

-Miraflores’te kalınılsın, kendileri şehrin eğlenceli ve okyanusa nazır kısmı olmakta. Yürümek ve tepeden sahili kesmek için güzel parkların yanı sıra Pasifik manzaralı yeme,içme, alışveriş ve turist informasyon imkanı sunan Larcomar burada.

- İnka öncesi döneme ait kültürler, özellikle Mochica ya da Mocha, Chancay ve Nazca meğerse daha ilgi çekiciymiş, ama bize yıllardır aman da inka canım da inka diye kendileri yutturulmaktaymış, bu erken kültürleri yerinde izlemek için adresleri veriyorum.

1-Pachacamac, şehrin hemen dışında İnka öncesi inanç merkezi, turla gidilmesi tavsiye olunur, zira yürümek için fazla büyük.

2-Huaca Pucllane, Miraflores’e bir hayli yakın, taksi ile gidilmesi tavsiye olunur, İngilizce rehberli tur yapılıyor, her şey kerpiç ve halen görülebilir durumda, neden acaba? Zira Lima’ya nerdeyse hiç yağmur yağmıyor. (En son 1970’lerde hatırlanabilen bir yağmur görülmüş)

3-Museo Larco ve Antrolopoloji Müzesi, az vakit varsa sadece Larco, Larco bizdeki Rahmi koç’un Lima versiyonu, arkeolojiye pek meraklı, biriktiriyor, topluyor ve müze açıyor. Rahmi Bey’den farkı kendisi aynı zamanda kazıyor da (ne kadar sağlıklı şartlarda çalıştığını bilemiyoruz, ancak müzenin depo kısmında sergilenen eserler muhtemelen on binlerce)

-Tarihi şehir, diğer koloniyel kentlerden büyük bir farklılık göstermiyor, Plaza de Armas biraz daha derli toplu ve şık sadece. Ancak burada yer alan San Francisco kilisesini gezmekte faide var. Kilisenin hemen altında 25 bin kadar müridin ebedi seyahatlerine çekildikleri mezarları ve bir kısmının bilumum kemiğini görmek olası, bir hayli ilginç.

-Paragliding en popüler aktivite. Siz bizim gibi şüpheci davranmayıp, uçuran kişilerin şu an uçmak için en doğru zaman dedikleri esnada bu işi gerçekleştirirseniz, sahile konmak durumunda da kalmazsınız.

- El sanatları için pek doğru bir adres değil, Ekvator’da her şey çok daha kaliteli, gerçi burada da daha ucuza bir şeyler bulmak mümkün, en büyük el sanatı pazarları da Miraflores’te.

-Parque de la Reserva denilen park, sıcak Lima havasına birebir. Guiness rekorlar kitabına geçen bu dünyanın en büyük çeşmeli parkına akşamüstüne doğru gidip, suların içinde kendini kaybetmiş, bilumum yaştaki insanı izledikten sonra havanın kararması ile başlayan ışıklı su şovlar gayet ilgi çekici. (özellikle ufaklıkların suyun altındaki eğlencelerini seyretmenizi öneririz)

Bir de trafikle ilgili bir not eklemek istiyorum. Lima trafiği korkunç, herkes her yerden dönüp, diğerinin önüne ani bir şekilde geçebiliyor, kimsenin kimseye en ufak bir saygısı yok. Ancak bu adamların trafikte gösterdikleri performansı İstanbul’da iki şoför birbirine yapsa muhtemelen her ikisi de araçlarından iner, tabancalarını çeker ve ilk kurşunu atan hapse diğeri de mezara giderdi. Buradaysa sadece bir korna, karşılıklı gülümseme ve herkes yoluna devam ediyor.

Latin Amerika’da anladık ki burada insanlar birbirlerinden ve hayattan nefret etmiyorlar, her türlü zor şarta rağmen.

5 Şubat 2010 Cuma

Alışageldiği üzere uzuuun bir otobas yolculuğu daha yaparak Lima’ya varmış bulunuyoruz. Lima hiç yağmur yağmayan bir şehirmiş. Muhtemelen Peru’nun tüm sahil şeridi aynı dertten muzdarip, zira yol boyu ki, yaklaşık 8 saat falan manzaramız sadece çöldü.

Lima’da yanarken

Bu çöl sıcağını pek kavrayamayan ben de hayatımın ilk güneş yanığı durumunu Lima sokaklarında turlarken deneyimlemiş oldum. Aman diyorum Lima’da sokağa çıkılacaksa çok faktör korumasız asla adım bile atılmasın.

Cuenca ve Ekvator’a dair son notlar

Cuenca Ekvator’un güneyinde, bizce gayet mini mini bir şehir olsa da, Ekvatorlular tarafından 3. büyük şehirleri olarak anılmakta. Bu şehrin alamet-i farikası tamamen nereden baktığınıza ve sattığınıza bağlı olarak değişiyor. Şehir tanıtım katalogları şehirde kesişen ve dört bir yana dağılan nehirlerden ilham alarak “4 nehrin buluşma noktası” şeklinde basit bir önermeyi allayıp pullamışlar, şimdilik revaçtaki anlatımları bu.

Ekvatorda alışageldiğimiz üzere burada birbirinden şık, kocaman, görkemli kiliseler mevcut. Kiliseleri ve eski binaları ile uzun süre önce UNESCO kültür mirasına girmişler zaten. Ve genel olarak turistleri çeken kısım da hep bu UNESCO adı oluyor. Yoksa güneye doğru ilerlerken, beklenilmesi gereken asıl şehir burası değil, Ekvator’un en büyük ve yoldan görebildiğimiz kadarı ile en pis şehri Guyaquil.

Bizim geliş nedenimizse ne nehirler ne de kiliseler, bizim amacımızPanama Şapkalarını yerinde incelemek. Ekvator’un en meşhur aksesuarı Panama Şapkalarının asıl merkezi Cuenca deniliyordu, bakalım öyle mi gerçekten diye yerinde kontrol edeceğiz

Bu Panama Şapkası denen şeyin klasik versiyonu beyaz ve etrafında siyah bir şerit şeklinde iken Cuenca’da bu işin cılkı çıkmış ve pembeden yeşile kadar onlarca tonda ve geniş kenarlıdan tas şekline kadar onlarca modelde şapka üretmeye başlamışlar. Şayet şapka almak istiyorsanız en ideal adres Panama Şapka Müzesi adı altında göstermelik bir atölyenin yanındaki büyük satış ofisi. Başka bir iki şapkacı daha var ama onlarda fiyatlara uzaktan bakmak dahi pek olası değil. Bir de tabi atölyelerinde şapka yapıp, kimseyle muhatap olmayan amcalar var ki, onları zaten baştan elemek gerekiyor.

Karnaval sonunda

Cuenca’da ilk otobüs üstünden şehir turumuzu yaparken karnavalcılara denk geldik. Bu karnavalın dini formatlı ve mini mini bir versiyon olduğu düşünülürse gerçek karnaval hakikaten çılgın olmalı, bakalım biz hangi şehirde denk geleceğiz. Rio değil, ne yazık ki.

4 Şubat 2010 Perşembe

Ekvator’da yemek, Amazon’da doymak (Amazon deneyimi YUCA)

Quito’da restoransal bir gezi yapmadığımız, Carlos’un evini 10 gün kadar işgal edip marketsel stoğumuzu tüketiğimiz için gurme bölümünde yemek adına yazılacak önemli bir ayrıntı yoktu. Her şey yemek değil içecek ve meyve de anlatılabilir diyenler için Ekvator bir Batido (süt ve ne dilersen dile tropikal meyve karışımlı ferahlatıcı içecek) merkezi.

Genelde Kolombiya meyve dokusuna sahip olan Ekvator hepimizin çocukluğundan hatırlayacağı ‘chikita muz’ muz, muz ve muzzzzzzzz tarlaları ile ayrışıyor. Muzu artık daha ne yapacaklarını bilemeyen Ekvatorlular, size değişik muz seçenekleri ile muzlu rüyalar sunuyorlar. Muzu seven tarantulalar ise iştah kapatıcı olarak kullanılmakta.

Daha fazla M,U ve Z harflerini ziyan etmemek için hemen Amazon Mucizesine geçiyorum…

Amazon ve Yuca ziyafeti

Amazon turumuzda börtü ve böcek görüp iştahımızın kesildiğini düşünenler yazının bundan sonraki bölümünü okumayabilirler.

AMA sanıldığının aksine amazonlarda geçirdiğimiz 5 gün boyunca tattığımız her öğün, bu muhteşem vahşi bir o kadar da iştah açan doğanın bize sunduğu bir mucize idi.

Peki ne idi içerik?

Mum ışığında (ekoloji sebebi ile) yenilen akşam yemekleri, kahvaltılarda sunulan çeşit çeşit taze meyve suları, ormanda dolaşmaktan guruldayan midelerimiz için susturucu etkili öğlen yemekleri… üstelik naif bir sunumla ki biz hiç doğanın ortasında bunu beklemezken.

Amazonlarda balık, et ve tavuk yanında tanıştığımız, yer elması patates arası bir lezzete sahip sonrasında yerli bir teyzenin bize öğlen yemeğinde adım adım yapılışını gösterip hayretlere gark ettirdiği muhteşem bitki yuca… işte varmak istediğim nokta…

Resimli bilgiden de detaylı olarak görüleceği üzere yucayı pişirmek gayet zahmetli bir iş. Sanıldığının aksine yuca bir sebze değil, bir ağacın birden fazla kökü. Kökler soyulduktan sonra yuca ister haşlanıp közde yapılsın ister rendelenip elenip saçta yufka kıvamında ana yemeklere eşlik etsin isterse rendesi bekletilip fermente edilip ağır bir içki elde edilsin şaşkınlığınız yine de sona ermiyor. Bir ağaç kökünden bu kadar çeşit ama ama amazon dedirtiyor insana…

Gelelim resimlerin açıklamasına;

Önce carttttt diye kesiliyor agaç gövdesi ve dalları ile ilgilenilmiyor, sonra yakmak ve kullanılmak üzere dikkat dağıtmayacak bir yere istifleniyor.

Sonrasında güçlü çok yerel amazonsal teyze haşırt diye kökleri topraktan çıkarıveriyor. Artık yuca adını verdiğimiz kökler kabuklarından ayrılmaya hazır.

El birliği ile patatesten hayli büyük ağaç kabuklu uzunsal yucalar soyuluyor ve beyaz olarak çıplak kalıyor.

Ardından oval leğen büyüklüğündeki rendede yucalar, insan üstü bir çabayla rendeleniyor.

Ortaya çıkan rende silsilesi, ağaç kabuklarından örülmüş sık sık canı çıksına boca ediliyor, Elde çamaşır sıkma işlemine benzer üstün bir çaba ile yucaların suyunu çıkartıyor yerel amazonsal teyze.

Daha başına neler geleceğinden bi haber olan yuca , bir tencere üzerindeki gayet primitif eleğe alınıyor. İmece usulü elenip un ve ufak ediliyor.

Bunu gören amazonsal teyze amazonsal ocağını ateşe verip alevlerin üzerindeki saç tepsiyi kızdırıyor.

Bu duruma çok kızan saç tepsi kızgınlığını bizlere bildirip acilen yucanın üzerine serilmesini emrediyor.

Ununu çoktan elemiş belli bir yaşa gelmiş amazonsal teyze el çabukluğu ile unu saça yayıp yuca yufkasını pişiriyor. Bu da yetmiyor güler yüzü ile birden fazla yuca yapıp bizleri amazona karşı mahçup ediyor…