28 Kasım 2009 Cumartesi

Taxco ve tavşanları


Taxco Mexico City’e 2 saat uzaklıkta minik bir şehrimsi. Genelde günübirlik turlarla gelinen Taxco’ya biz kamp kurmuş durumdayız.
Teşekkürler Mehmet Abi, bize hakikaten süper baktın. Tavşanlarına da ayrıca hasta olduk.

Her İspanyolca konuşulan yerde olduğu üzere burada da bir Zocalo ve kilise mevcut. Turistleri çeken kısım bu kiliseymiş, Meksika’nın en eski kiliselerinden kabul ediliyor, biz geldiğimizde her ne kadar restorasyon devam ediyor olsa da hakikaten güzel bir kilise, kiliseyi çevreleyen meydanda bir sürü dükkan ve ortada bir oturma kısmı var. Bu kısım tamamen çocukların hakimiyetinde, veletler 24 saat koşturacak enerjiyle çılgınca coşuyorlar. Bir de şehrin tepesinde, yürüyerek daha doğrusu tırmanılarak 25 dk mesafede kollarını açmış bir jesus – buradakiler hristo diyor- var. Brezilyadakinin küçük bir kopyası denilebilir. O kadar gün burada kalınca ona da tırmandık tabi.

Taxco’nun en komik kısmı Volkswagen taksiler, daracık, çift yön ve ağırlıklı olarak yokuştan oluşan bu şehirde onlarca tosbi vosvos cirit atıyor. İstanbul trafiği zor diyenleri Taxco’ya bekleriz.

Velhasıl bir süredir burada kurduğumuz kamp yarın sona eriyor ve sabahtan Cornavaca üzerinden Oxaca’ya doğru yola devam ediyoruz.

Teotihuacan


Ansiklopedik bilgi için wikipedianın yardımcı olacağı Teotihuacan başta Güneş ve Ay olmak üzere irili ufaklı pek çok piramide ev sahipliği yapıyor. Oldukça geniş bir alana yayılmış bir kent burası bir piramitten diğerine yürü yürü yol bitmemekte. Benim hayatımın ilk piramitleri olması bakımından kalbimde ayrı bir yerleri olmadı değil. Tırmanması biraz güç de olsa en tepeye kadar varmış olmanın haklı gururu içerisindeyim. Fotoğraflara bakarak aldanılmasın en yüksek piramit olan Güneş’e 20 dakika da falan tırmanılıyor

Hola Mexico!







Bir haftadır Mexico topraklarındayız. Taxco’da tipik bir Meksika evinin balkonunda kahve ve leziz bisküvi eşliğinde Mexico City’i anlatmaya başlıyorum.

New York’tan 5 saatlik yoğun sallantılı bir uçuşun ardından daha havalimanında adamların rahatlıkları hissedilmeye başlıyor. Pasaport bankolarının hepsinin önü açık. Ferah feza bir kontrol durumu mevcut. Birkaç polisten başka güvenlik yok ve bizim pasaportlarımızı tanımıyorlar. Bir 10 dakika kadar göçmenlerin tutulduğu odada bekledikten sonra giriş damgalarımıza kavuşuyoruz. Hostelimize ulaşmak için ya taksi ya metro. 5 saat önce Newark Havalimanına ulaşmak için bütçe sarsıcı bir meblağ zaten ödediğimizden tercihimiz metro. Mexico City metrosu dünyanın en fazla yolcu taşıyan metrosuymuş, bizzat gözlerimizle de şahit olduk. Vagonlardan içeri iniş ve çıkışta insanlar birbirlerini ezmesin diye her istasyonda iri silahlı polis ağabeyler büyük bir kutunun üzerine çıkarak “yavaş ama önce inenlere yol verelim” babında olduğunu tahmin ettiğimizi cümleler çığırıyorlar. Ufak da olsa başarı sağlamaktalar ki, biz de iri çantalarımızla ilk metromuza biniyoruz. Bu arada muhtemelen aynı zamanda dünyanın en ucuz metrosu burada (sınırsız aktarma 2 peso, 1 dolar=12 peso)

Hostelimiz Zocalo’da. Zocalo İspanyolca’da meydan demek, Pazar olmasından mütevellit bütün Mexico City Zocaloya akmış. Her yerde bir atraksiyon, kah yerliler tam tam dansı yapıyor, kah bir yerlerde bir şeyler pişiyor, kafamızı nereye çevirsek başka bir alem, bu arada bu arkadaşların Zocalosu dünyanın en büyük 3 Zocalosundan birisiymiş, kendisi Aztek uygarlığının başkenti Tenochtitlan’ın üzerinde yükseliyor Altına susamış ve doymayan İspanyollar Aztekleri silip süpürüp kendi dünyalarını yaratmışlar tüm Latin Amerika da olduğu gibi Meksika’da da.

Coyoacan

Aztek başkenti kalıntıları üzerinde yükselen Başkanlık sarayı – ki içinde Diego Riviera’nın şahane duvar resimleri vardı-, büyük katedral, yanlışlıklıkla girilen Mexıco City tahtakalesi derken rehber haritamızın yönlendirmesiyle Coyoacan ilçesine gitmeye karar veriyoruz. Burası Frida Kahlo’nun meşhur mavi evinin olduğu semt aynı zamanda. Mexico City’de büyün sokakların adı büyük başkentlerden, cadde adları da ülkelerden geliyor. Halka az da olsa coğrafya öğretme özlemi mi yoksa kompleks mi çözemeden Arjantin caddesinden, Viyana, Berlin ve Londra sokaklarını geçerek Frida’nın evine varıyoruz. Pazartesi kapalı, devrisi gün gene geleceğiz. Haritanın önerdiği rotada yürürken bütün evler inanılmaz güzellikteler, tam bir renk cümbüşü, muhtemelen devasa bahçeler içindeler- bahçeler görülmüyorlar zira evlerin görülen tek kısmı duvarlar, kapılar ve yüksekte kalan kısımları, her yerde maksimum güvenlik, devasa demir kapılar, dikenli teller, kimilerinde duvara yapıştırılmış cam kırıkları, bazı Meksikalılar diğer Meksikalılardan belli ki çok korkuyor. En azından bir evin içini yakından görebilmek için yolda kapısı açık gördüğüm tüm evlere turist yüzsüzlüğü ile dalıp bir iki bahçe görmeyi başarsam da, en azından bir evin içini görmek için Frida’nın evine gitmek farz oluyor.

Frida ve Diego’nun evleri

Bir gün önceki ahdimizi yerine getirip sayın Kahlo’nun şahane bahçeli, odalardan odalar çıkan evini geziyoruz. Ev-müze tamamen Frida’nın Diego’ya aşkına bir anıt niteliğinde, her oda ve bahçenin bilumum köşesini Frida’nın Diego’nun ne şahane, ne yaratıcı ne mükemmel bir adam olduğuna dair sözleri süslüyor, kadına ayıp olmasın diye de araya Diego’nun üç beş lafı sıkıştırılmış. Bu aşkın diğer tanığı Troçki abinin de evi de yakınlarda ancak daha antropoloji müzesine gideceğimiz için es geçiyoruz.
Basiretimiz bağlandığından olsa gerek, Frida’nın evinin önünde taksiye bineceğimiz tutuyor. Cingöz bakışlı, geveze amcanın taksisine kurulunca amcanın ilk işi bize Frida biletinin kalan kısmında yer alan Diego’nun evine götüreyim ben sizi diye yönümüzü değiştirmek oluyor. Peki amca hadi götür bakalım.

Diego hakikaten normal bir adam değilmiş. Herif kendine piramitten ev – saray –müze karışımı bir şey inşa ettirmiş, içi odalarca Aztek heykelleri ile dolu, gerçek mi reprodüksiyon mu bilmiyorum-özel tur yapıyorlar ve sadece İspanyolca-. Aferim taksici abiye diyerek bu çok acaip mekandan ayrılıyoruz. Kendisi kapıda hazır ve nazır olarak bizi bekliyor, nihayet yönümüz antropoloji ve tarih müzesi, en azından biz öyle sanıyoruz. Çok amaçlı haritama göre öyle atla deve bir yol yok önümüzde taş çatlasa 10 dakika, abi gidiyor, gidiyor, ana yollardan geçiyor, bir yerde trafiğe yakalanıyoruz bize şeker ikram ediyor, İspanyolca öğretme çabasında derken uzun bir süre sonra nihayetinde varıyoruz müzeye, ben son 15 dakikadır adamın dolandırıcılığın farkında olduğumdan son numarasını bekliyorum. Önce 400 peso istiyor ki bu onların nizamında çok acaip bir para, daha neler çüş falan diyerek adama 200 peso teklif ediyorum, 300 diye diretiyor, 200 ü veriyoruz, ucuz bir taksici numarası olarak 20 peso geri uzatıyor yanlış para verdiniz diye, ee bu kadarı fazla tabi, İstanbul taksicilerinden kaç kere gördüm ben bu numarayı, polis diye diklenince abi derhal yok oluyor, biz de hafif sinir içerisinde nihayet müzemize kavuşuyoruz.

National Museum of Antropology and History
Dikdörtgen biçiminde orta avlusundaki heykelimsi bir şeyden şelale modeli sular akan kocaman bir müze, alamet-i farikası Meksika topraklarından çıkan tüm uygarlıklara ait hazineleri barındırıyor olması (10.000 den fazla orijinal eser) , bonus olarak da şehrin en büyük parkı içinde yer almanın avantajını kullanarak bahçesine ağaçlar içinde kurduğu tapınaklarla gerçek bir Aztek kentinde dolaşıyor hissini yaşatması. Ağzımızın suyu akarak ve binlerce fotoğraf çekerek geziyoruz müzeyi. Herkese de çok tavsiye ediyoruz. Müze çıkışı sevgili rehber haritamın önerisi doğrultusunda, heykelperver Meksikalıların en afili heykelleri ile süsledikleri caddesinden yürüyerek varıyoruz Zocalo’daki gürültüsü eksik olmayan hostelimize

NYC; devasa şehre devam…


Tıkırdamadan ve güneşli bir güne kalkılan iki sabahtan sonra kapalı bir sabah ile karşılıyoruz üçüncü günümüzü. Biraz rehavet biraz da dev şehri adım adım dolaşmanın verdiği yorgunlukla geç çıkıyoruz artık evimiz sayılan Queens’ten. Kapalı bulutlu havada hiç de hoş olmayan bu şehirde metroya ulaşmak için otobüs kullanmayı seçiyoruz bu defa. Attan in eşeğe bin şeklinde devam edeceğiz sanırım bugün zira bulutlar fevkalade gri. Metroya inip sınırsız ve sinirsiz kartımı slip ediyorum ve fakat turnike carttttttt yarıda kalıyor karım karşıda ben diğer yakada kalıyoruz. Tekrar slip edelim niyeti ile slipliyorum ama çok kibar makine ‘used’ ibaresi ile gıcık bir sinyal gönderiyor gözlerime. Ne yapacağız Mr. Ulan makine? Bir sonraki kullanım için 18 dakika kadar beklenmeli diyor karşıdan karıcım bitanem. Sınırsız ve sinirsiz turnikede de bi Amerikalı görevlinin kulu yok. 18 dakikalık metro hapishane parmaklıklarının arasında cezamı çektikten sonra tahliye oluyorum sınırsız ama bu kez sinirli…
Neyse yolda bu gibi enstanteneler gelecek başımıza diyerek günün planını yapıyoruz metro vagonunda. Madem gün bulutlu o zaman müze yapalım diyerek hızla metroluyoruz Midtown’a.
İlk durak Grand Central. Şu filmlerdeki mafya heşaplaşmalarının yapıldığı, insanların başka şehirlere çufçufladığı büyük istasyon… Foto görevimizi deklanşörledikten sonra centralin sıcak klimatize ortamından da faydalanmak sureti ile tükkan dolaşıyoruz.
Şehrin altında dolaşmaktan bayılıp ahmak ıslatan yağmura doğru merdivenleri çıkıyoruz. Hedef MOMA… Uptowna çıktığımız yerde NYC kütüphanesinin olduğunun farkına varıp biraz da bu mermer kaplı büyük binayı dolaşıyoruz parmak uçlarımızda…İnsanlar çok sessiz çok huzurlu okuyorlar bu tarihi bi o kadar okuma dürtüsü uyandıran salonlarda. Biz okumaya değil gezmeye geldik, kendimize ’çok okuyan mı yoksa çok gezen mi bilir?’ sorusunu sorarak dışarı çıkıyoruz.
Hava hala tükürmekte ve bize ahmak demekte iken kültürlenmek ve ahmaklıktan kurtulmak için MOMA’ya koşturmaca yürüyoruz. MOMA bulunuyor bilet ediliniyor. Bu bilet hem MOMA hem de şehri yüksekten gözleyeceğimiz Rockefeller Center’deki ‘top of the rock’ girişimizi içeriyor. İçerik 30 dolar. MOMA vestiyerine yönelip kamburlarımızı bırakıyoruz kibar abiye.. Bu arada bir detay; şehirde dolaşırken arada bir yol bulmak için haritaya bakıp durakladığımızda, Amerikalı teyzeler amcalar yanımıza gelip yolu mu kaybettiniz? Nereye gideceksiniz? Gibi kibar sorularını sorup bizi çook şaşırtıyorlar, zira Amerika uçak biletimize rehberlik hizmeti dahil değil. Bu duruma çok şaşırıp önceleri deli olduklarını düşündüğümüz nazik Amerikan vatandaşlardan özür diliyoruz…
Neyse vestiyer çantalarımızı alıyor ama içindeki bilgisayar ve fotoçekimsel aygıtımızı vesmiyor, biz gezerken onlara bir şey olmasın diye yanımıza vestiyor. İçeri adımladığımızda Tim Burton sergisine dair ucibik balon heykel ile selamlaşıyoruz. Tim Burton amca biz Meksika’ya uçarken gelecekmiş MOMA’ya. Biz de kendisini çok ayıplayarak modern sanata buluyoruz kendimizi. Picasso ve Gogh amcalar tavaf ediliyor. Monet, Klimt, Miro ve daha nice eli öpülesi amcalar ile momalaşıyoruz. Bir Amerikan rüyası günü daha sonlandırıyoruz…
Ertesi sabah güneşli güneşli uyanıp aynı yolları izleyerek geçiyoruz Manhattan’a. İstikamet Downtown ileri. Greenwich’in güzel sokaklarını dolaşıyoruz. Burası Manhattan’ın en güzel yeri diyoruz karıcımla. Güzel bir kafede – adı Joe (meraklısına)- kahvelendikten sonra çıkışta kapının önünde oturan Amerikan polisiye dizisinde oynayan bir oyuncuyu fark ediyoruz. Burası oyuncular, öğrenciler ve Midtown’da koşuşturmayı sevmeyen Amerikalıların mekanı. Karıcım birtanem Sex and the City dizisindeki sokağı bulmak istediğini söyleyince birkaç taban eskitip sözü geçen sokağı ve ünlü evi buluyoruz. Çok fazla ziyaretçisi olduğunu ve çook yasak olduğunu kapıdaki amcadan anlıyoruz. Kaçak foto çekip uzaklaşıyoruz. Dolaşmaktan acıkan bünyemize Greenwich’in en dolaşılası yerinde bir Tayland lokantasında çok ucuza nefis bir tay yemeği sokuyoruz, çook mutluyuz…
Akşama doğru şehri yukarıdan göreceğimiz Rockefeller’e gidip bayaaaaaaaa yukarı çıkıp çok nazik Amerikalı görevliler eşliğinde muazzam şehir manzarasına doyuyoruz ve tabiki fotoluyoruz NYC’yi şipşak olarak. Aşağı inmek istemeye istemeye inip yukarıya Uptown’a metrolayıp Metropolitan müzesine giriyoruz yan kapıdan. Cebimizdeki en küçük doları verip aşağıdan yukarıya hızlı bir tur atıyoruz, zira biraz geç kalmışız. Yine de çok hoşnut kalıyoruz. Akşam geçici ev sahibimizle yemek yemek için eve doğru dönüyoruz. Kaldığımız yere iki metro durağı kala inip sözleştiğimiz restoranı buluyoruz. Lynn ile yemek yiyip aynı şeylerden konuşmayıp geceyi sonlandırıyoruz.
Dev kentte son sabahımız. Lynn bir önceki akşam bize söz verdiği pan cakeleri öğlen yemeği niyetine yapıyor. Çok sevmediğimiz pan cakelerden sonra Brooklyn gezisi için evden çıkıyoruz. Brooklyn’i gezip ünlü Brooklyn köprüsünden geçiyoruz. Köprüden geçene kadar ayıya dayıdan başka birçok kelime söyleyecek kadar yürüyüp fotolu anılı sonlandırıyoruz köprüyü. Bu son günümüzde çok yürümeyelim yeter artık dedikten sonra son kez Midtown’ı dolaşıp Midtown ile vedalaşıyoruz. Uptown çok üzülür dedikten sonra son müze görevimizi gerçekleştirmek üzere Guggenheim müzesine, akıllanmış olan biz küçük Özel ailesi, otobüs ile gidiyoruz. Yine çok hızlı müze turundan sonra bu koca kente son kez veda ediyoruz...
Geçici evimize ve geçici ev sahibimize son kez dönüyoruz aynı metro ve otobüs vasıtası ile. Size de elveda metro ve otobüs abi. Eve döndüğümüzde Lynn sabah havaalanına gideceğimiz taksiyi ayarladığını bildirip cumartesi rahatlamasına çıkıyor friend dedikleriyle. Devasa şehir çok büyük ve çok yorucu gelmiş olmalı ki, vücudum tavır koyuyor ve al sana ateş diyerek çanta toplamada biricik karıcığımı tek başına bırakmama sebep oluyor. Bitanem hem çanta toplayıp hem de ateşimi düşürüyor. Çok teşekkür ve çok özürler karıcım, derken uyuya kalıyorum. Sabah uçak için saat 4 30’u gösterirken uyanıyoruz ve aaaaaaaaa ateş gitmiş. Çoook sevinip çok vedalaşıp sabahın körü taksisi ile gidiyoruz Meksika uçağımıza….

24 Kasım 2009 Salı

Mexico City'den Cancu ve Nazitoya

Şimdi vakit olarak biraz gecikmiş olabilir ancak, az önce bir kere daha izledikten ve dobdili dandu gülmekten nerdeyse boğulacak hale geldiği için bu nefizz filmden ötürü çook teşekkürler.
Biz de sizi pek çok seviyoruz.

Ne var ne yok, işte size NEW YORK

‘Tıkırtı yapmadan uyanırız, ses etmeden erkenden kalkar dolaşırız şehri, tabi tabi kızcağızı rahatsız etmeyiz’ sözbirliği ile karıcığımla kapamıştık gözlerimizi ilk New York gecesi uykumuza…
Fakat şehir o kadar büyük ki yutuveriyor küçücük planlarınızı… Ne biz erkenden kalkabildik, ne de vücutlarımız istifini bozup kalk dedi bize… eee haklı vücutlar, kendileri 13 saat uçtular.
Pek de erken sayılmayacak sabahın 10:30 unda, iki sırt çantalarımız, botlarımız, polarlarımız ve yakışıklı güneş gözlüklerimiz eşliğinde misafiri olduğumuz Lynn kod adlı ABD uyruklu New Yorker kadının, Queens semtindeki evinden ilk adımlarımızı attık sokağa… New York hiç Amerikan şakası yapmıyor gayet sıcak ve pırıl, fakat ufaktan eserek polarlara verilen paranın hakkını veriyor hem de hiç vize sormadan. Ayrıca Manhattan’ı televizyon dışında görecek olmanın verdiği heyecan ile gören yerlerim (gözler) esintiye yelken açarak vücudumun daha da ürpermesine neden oluyor.
Metro durağına geldiğimizi harita yardımıyla parmaklıyoruz karıcımla. Metroya ulaşmak için birkaç adımlık merdiveni aşağıya doğru kat ettikten sonra, metroya binmemizi şehri gezmemizi olmadı otobüse binmemizi yok yanlış mı bindin in o zaman başka metroya bin gibi faaliyetleri gerçekleştirecek olan bir haftalık sınırsız ve sinirsiz metro kartımızı alıyoruz otomatik kart makinesinden. İster cash ister kredi kartı olan seçeneğe kredi kartı olarak cevaplıyoruz. Kartlarımız elimizde turnikelerden geçip bir kat daha aşağı inip film karesi metro raylarına bakıyoruz. Evet evet geliyor işte metromuz. Çok hızlı gelen tren. Çok hızlı durup çok hızlı kalkıyor. Anlaşılan feci hızlı bir yaşam var bu şehirde. Metrodaki ankösör amca uyarıyor bizleri ’Stand clear of the closing doors please’ –kapıya tikkat edin yawrım- çok kibar ankesör amcaya herkes itaat ediyor. İneceğimiz durağa yaklaştıkça kalbim ‘ben buradayım ve nasıl atıyorum ama’ hava atışıyla gümbürdetiyor göğüs kafesimi.
Durağa geliyoruz ve çok hızlı duruyoruz, kapılar açılıyor ve trene binecek olanlar önce ineceklere yol veriyor. Daha yukarı çıkmadan bu hareketle gözlerim yaşarıyor; aferin len Amerikalılar. Anlaşılan gözlerim daha çok mesai yapacak gibi. Turnikelerden çıkıyoruz ki burada turnikeler iki yönlü – hem giriş hem de çıkış için kullanılıyor, girenler kart slip ediyor- tahmin edeceğiniz gibi kim önce turnikeye yanaştıysa diğer taraftaki ona yol veriyor. Bu hareketlerden sonra gözlerimi silmekten vazgeçiyorum zira sildikçe yeni bir şok ile yaşarıyorlar. Göz silme işini çok fena gereksiz bularak yaşlı yaşlı bırakıyorum.
Yukarı çıkıp hem güneş ışığıyla hem de DEV binalarla tanışıyoruz. Güneş ışığı tanıdık ama gökdelenler binalar bir hayli yabancı. Kendinizi karınca gibi hissettiren bu Manhattan mabedi yürü yürü bitmiyor. Aveneuler aveneuleri streetler streetleri kovalıyor olan ayaklarınıza oluyor. Ne oluyorsa oluyor güzel oluyor. Binalar sırasıyla geçit törenindeler. Empire State Building. Chrysler Bulding. Rockefeller yürü babam yürü bak babam bak… em pire bina (en yüksek) Empire Building oluyor. Önünde çeşitli siyah amcalar rapengiz hiphopcan tavırlar ile önce havyadoin sonra bilet alır mısın deyişlerinde bulunuyor. İlk günümüzde tepelere çıkmayıp tabanlarımızı şişirmeye devam etme kararı alıyoruz ve bloklar arası çok güzel birçok kare çizdikten sonra günün son noktası olarak belirlediğimiz CENTRAL PARK’a geliyoruz. Son nokta o kadar büyük bir nokta ki gezme eylemi bir türlü noktalanamıyor… biz de karıcımla ayaklarımızı unutmak için midelerimize yüklenip tek hamlelik ve ücreti ile ters orantılı hotdoglarımızı mide bastırma niyetine yutuyoruz. Çok fena fotolar çekmeye devam ediyor dizilerde gördüğümüz yerleri birbirimize gösterip 2 saatlik bir aaaaa bak turundan sonra günlük gezimize son veriyoruz…
Queens’e döndüğümüzde saatlerimiz Amerika saatiyle on buçuğu gösterirken midelerimiz artık bu saatte açık olabilecek en makul yeri gösteriyor. Mc donalds gibisi yok. Ama Türkiye’deki Mcdonaldslardan bahsediyorum, çünkü Amerikanın bir tek mcdonaldsları kötü sanırım. Karıcım yarısını yiyemiyor ben ise tad alamıyorum. Lynn ablanın evine otobüsü beklemeden bir an önce varmak için tabanlarımızla son bir anlaşma yapıyoruz. Çoook yürümüş olan Öözel çifti, kendilerini konuk eden ablanın sıcak evine vardıktan az bir Amerikan sohbetinden sonra yataklarına doğru tabanlarına çok basmadan usulca gidiyorlar. Usul usul mışıl mışıl uyuyorlar…
The Day After…
İkinci gün birinci günden daha uyumaklı kalkıyoruz çook rahat yatağımızdan. Lynn’in bize hazırladığı ‘This is for you guys’ Amerikan mısır gevreği kahvaltısından sonra aynı yol istikametinde metroya varılınıyor.
Bu gün aşağıları feth edicesss. Ellis island ve Özgürlük heykeli. Bu island kelimesinden anlayacağınız gibi sudan bir yol ile varılacak özgürlüğümüze… Bilet lazım oluyor bu su yolundan gidecek olan ferry zımbırtısı için. Hemen beyaz atlı polisime soruyorum. Çok karizmatik cevap veriyor çok Amerikan ve aatı da bir o kadar arap atı olan polisimiz. Bileti alıyoruz herkes çok kibar. Kibar kibar sıradan geçiyoruz kibarca kapıya geliyoruz ve kibarca çantalarımızı kontrol için makineye koyuyoruz. O da ne çok kibarca çantalarımız açılıyor ve kibarca İsviçre çakımız ve laptopumuz soruluyor. Hayır biz terörist değiliz ve ülkenize gelirken tüm kontrollerden geçtik. Arkadaki Police Ofisere yönlendiriliyoruz laptop check ediliyor OK, ama çakımızı vermiyor Oficer amca, Ama biz 6 aylık bir gezideyiz ve o çakı bize hediye… yok diyor ama isterseniz zincirini alın. Zinciri alıp ne yapıcaz ki terbiyesiz bakışından sonra çok kibarca çok sinirli biniyoruz ferrye. Bu ne biçim perhiz bu ne lahana turşusu bakışlarla çok özgürlüksüz bakıyoruz bayan özgürlük heykeline… İlerleyen saatlerde deniz havasının rahatlatıcı etkisi ile gezimize devam ediyoruz. Mültecilerin ülkeye girmeden önce kontrolden geçtiği müzeyi geziyoruz… sanırım o eski zamanları daha iyi anlamamız için offiser amca bir mesaj patlatmış olmalı bize…
Ferrye binip geri dönüyoruz. Wall Street ve para ile alakalı bilumum dev binaları gözlemledikten sonra downtowndaki ticketçıdan broadway şovu deneyimlemek üzere hair müzikaline %50 indirimle iki bilet alıyoruz. Downtown ve kısmı sohoyu gezdikten ve şirin bir kafede hem internet hem de bira kahve filan tattıktan sonra Hair müzikali için Broadwaye doğru metroluyoruz. Broadwayin gecesi göz kamaştırıcı arık gözlerim n e yapacağını bilemiyor. Müzikalden önce çok nefis İtalyan ayak üstücü pizzacıda dilim pizza yutuyoruz.
Ve şovvvvvvvvv. Hayli etkileyici bir müzikal izliyoruz. Tek sıkıntım oyunun başrolündeki adamın karıcıma ‘ i love you too baby’ diyerek alnından şapırt öpmesi eylemi idi. Artık çok kibarlaşan ben ‘ben de seni bebeğim iadeyi ziyareti ile öpecek idim fekat ön sıralarda oturmanın verdiği sarhoşlukla oyunun akışına bırakmışım kendimi. Bu noktada Ebru ve Emreye teşekkürlerimizi bir borç biliyoruz…
Yine çok yorgun olan biz yine 25 dakikalık metro dönüşü ile ve metrodan indiğimiz durakta bu sefer otobüsü yakalayarak dönüyoruz Amerikadaki evimize… Çok yorgunuz Lynn ile 10 dakika lafladıktan sonra uyuya kalıyoruz dev şehirde karınca bedenlerimizle…

22 Kasım 2009 Pazar

New York New york

New York çok büyük, çok karmaşık, çok hızlı, çok alternatifli ve çok tuhaf, çok nev-i şahsına münhasır bir şehir. Kendinizi nokta gibi hissederek yönünüzü şaşırtan devasa binalar bir anda sona erip yerini tuğla evler ve minik tuhaf dükkanlara bırakabiliyor. Aralarda umulmadık cafeler çıkıyor, her yönünüzü şaşırdığınızda daha siz sormadan birisi çıkıp yön tarif ediyor. Filmlerin aksine obez yok, herkes koşuyor, yürüyor, bisiklete biniyor, süpermarket kılıklı ancak plastik bir kutu içerisinde yiyebileceğiniz yemeğinizi alma şansı sunan marketimsilerden yemeklerini alıyorlar, cafemtrak bir yerin vitrininde hızlı öğle yemeklerini yiyip işlerine geri dönüyorlar. Hızlılar.

4 gündür yürüyoruz, aralıksız, şehri gezebilmenin en iyi yolu yürümek. Önce 20 blok yukarı sonra birkaç blok batıya, sonra tekrar yukarı ya da aşağı. Her sabah yeni bir programla daha fazlasını görebilmek için koşuşturmaya başlayınca, asıl görülesi kısım kaçmaya başlıyor. Bu şehirde şehrin hızına inat yavaşlamak gerek. Yavaş yavaş, biraz durarak, bakınarak gezmeli. Ne yazık ki bizim o kadar vaktimiz olmadığı ve önümüzde daha koca bir kıta uzandığından, ilk 2 gün koşuşturanların arasına katıldık. Sonraki 2 gün ise daha yavaşız, kesinlikle yavaş daha güzel.

Let the sunshine!!


Şehrin en civcivli bölgesi Theater District olarak geçen ve onlarca Broadway şovuna ev sahipliği yapan 42. Cadde ve çevresi. Emre ve Ebru’nun önerisi ve sponsorluğunda biz de bir gecemizi Hair’e ayırdık. (öncesinde biletleri Brooklyn’deki değil, Downtown’daki gişeden almakta fayda var. Sıfır sıra + %50 indirim ve 3.sırada bilet-DAHA NE OLSUN-)
Daha önce yüzlerce müzikal izlemiş değilim ama bir daha böylesini görebileceğimi de pek sanmıyorum. Herkesin mi sesi iyi olur, herkes mi bu kadar eğlenerek bir şov sunar ve herkes mi soyunur - sürprizzz.

Tabi işin en güzel kısmı 3. sırada olmanın avantajı ile I love you too beybi denilerek oyunun başrol oyuncusu tarafından öpülmek oldu, Emrecim çok merci.

Sürprizler demişken, bu satırları yazmakta olduğum cafede bir an kafamı kaldırınca karşı masamda oturan kişinin Criminal Minds dizisinin genius tipi olduğunu farketmiş bulunuyorum, kesinlikle dizidekinden çok daha sevimliymiş. (Greenwich-Gay Street yakınlarında, adam gay mi bilmiyorum)

New york hakkında biraz daha detay çok yakında... (tanzoodan)

20 Kasım 2009 Cuma

Kocaman bir HELLO JFK


Uçan çelik kuştan indikten sonra, sorgusuz sualsiz girdik pasaport check in yapılan yılanımsı kuyruğa.

Kuyruk gayet kozmopolit, her dilden lisanı barındıran bir yapıyla kıvrılıyordu giriş yapacağımız kapılara. Bir iki parmak izi, birkaç soru ve güvenlik fotosundan sonra cart diye girdik resmi olarak ABD ye. Ek bilgi; bu JFK hiçte düşlerimdeki havaalanı degilmiş… Amerikalı amcaların bize kaktırdığı o film ve resimlerdeki devasılık modernliği algılamadı 12 saat uçmuş gözlerim.

Ve fakat havaalanının dışına çıkınca beni yalancı çıkarırcasına başlıyor devasalık. Bir koca taksiye biniyoruz, taksi bizdeki sarı dolmuş kadar. Taksi süren amca elimizdeki adresi okuyor hatmediyor ve törti siks okey? (36 Dolar) bittabi amca hadi götür bizi artık çook yorgunuz. Taksi kocaman otobandan akıyor etraftaki kocaman otomobiller ile birlikte.

Yarım saat kadar sonra, hiç anlamadığım caddeler arasından bir sokağa giriyoruz. Evlerin hepsinin üç katlı olduğu bu sokakta duruyor amca, sanırım bu sokağı çok sevdi ondan bekliyoruz hissinden sonra; geldik diyor amca. Çok seviniyoruz ve amcayı 36 dolar ile ödüllendiriyoruz.

Bir on dakika ev sahibimiz olacak Lynn’i bekledikten sonra, el sallayarak geliyor Lynn gayet Amerikalı olarak. Çok sıcak karşılıyor bizi, sarılıyor. Çantalarımızı yüklenip dairesine giriyoruz. Amerikan İngilizcesi ufak sohbete başlıyoruz ve fakat o kadar yorgunuz ki Lynn anlayıp gayet düzgün İngilizcesi ile uğurluyor bizi odamıza. Salondaki müstakbel kalacağımız koltuk kırık olduğu için bir Türk nezaketi ile kendi odasını veriyor bize Lynn. Biz de Amerikanca çook teşekkür edip ilk gece uykumuza başlıyoruz bu kocaman şehirde gözlerimizi kocaman kapatarak…

17 Kasım 2009 Salı

Atlantiğin üzerinden herkese teşekkürler!!


Saatlerdir daracık bir koltuğa sıkışmış vaziyette Atlantiği geçip karaya ayak basmak için uçuyor, uçuyor ve uçuyoruz. Koltuk arkası ekranda türlü zappingden, dergi-kitap karıştırmaktan, bilumum içeçek tüketiminden-yan koltuktaki iri amcanın üzerine yarım bardak şarabı döktükten sonra içecek tüketimine ara verdim- başka pek yapacak bir şey olmasa ve 35cmlik bir yaşam alanından fazlasını vaat etmese de kıtaya ulaşmanın en kolay ve hızlı yolu halen bu demir kuşlar.

Evet, nihayet gerçekten yoldayız. Bu yola çıkmamız için bize destek veren herkese, öncelikle kocaaman ve harika ailelerimize çok çok çok teşekkürler. Veda partileri, duygusal ve şahane finansal destekler, hediyeleriniz, mailleriniz ve ilginiz sayesinde seyahatimizi daha yola çıkmadan büyük bir eğlenceye çevirdiniz.

Bir teşekkür de Burak ve Totoro'ya. Birbirinize iyi bakın çocuklar, sizi çok özleyeceğiz.

Sizi çook seviyoruz, bizi sakın merak etmeyin, tek parça ve hafiflemiş olarak 17 Mayıs 2010’da Atatürk Havalimanı’nda olacağız.

Bekleriz… Gelecek yazı zooda New York sokaklarında


5 Kasım 2009 Perşembe

Aşı ve aşı


Yola çıkmazdan önce yapılması gerekenlerden birisi de aşı olmak, ki ben son kertede aşı korkulu bir tip olmama karşılık, başa gelen çekilir diyerek vurduk kendimizi Karaköy Hudut ve Sahiller Genel Müdürlüğü'ne. Amaç Sarı humma aşısı olarak Latin ellere sorunsuz geçişi sağlamak. (Brezilya'ya bu aşı olmaksızın girilemiyor).
Karaköy'deki aşıyapaninsan yumurta alerjim olup olmadığını sorup, cort diye sokuveriyor iğneyi nazenin kolcağızıma. İşlem tamam, ikinci aşama uluslarlarası aşı kartı edinmek için üst kattaki doktora kayıt olmak. (bu kart çok kıymetliymiş, aman haa aman kaybetmeyin diye sıkı sıkı tembihlendik)
Sıra Tanzu'da, bu sefer aşıyapanadamın aklına yakınlarda farklı bir aşı olup olmadığı sorusunu sormak da geliyor. Bingo! Tanzu taze grip aşısı olduğundan kendisine aşı yapılamazmış, abi bir anda gayet aşılanmış bana dönüp sizin var mıydı benzer aşı diye sormayı akıl ediyor. Neyseki ben 3 haftadan daha önce aşı olduğumdan sorun yok.

Bu noktada vermek istediğim mesaj şudur ki, iki aşı arasında 21 gün geçmeli imiş. Aksi takdirde aşılar birbirlerine anlamadığım bir etki yapıp birbirlerini etkisiz kılmaktalar-bu bilgi nedense hiçbir yerde yoktu-.
2,3 aşı birden olmanız gerekiyorsa, aşıları aynı gün içerisinde ancak ya farklı kollara, ya da (3 kolunuz olmadığı önermesinden yola çıkacak olursak) iki aşı arasında arada 5 cm (bu noktada 2 cm mesafe yeterli diyenlerde var) bırakarak aynı koldan aşılanmanız gerekiyor.

Karaköy'deki aşıyapanadamın çalışma saatleri 09:00-12:00 ve 14:00-16:00 arasında.
Sarı humma dışında yapılsa pek sağlıklı olur aşılar da
Hepatit A (6 ay ara ile 2 doz )
Hepatit B (1 ve 6 ay ara ile 3 doz)
Tetanoz (1, 6 ve 12 ara ile 4 doz, 5 sene sonra bir tane daha)

2 Kasım 2009 Pazartesi

Last days before gooo

















Hali hazırda iş ile olan ilişiğimiz kesildi, hafiften hoşçakalalım minvalli partilemeye bile başladık. 2 hafta süresince yoğun şekilde banka, aşı, kıvır zıvır alışverişi gibi konulara odaklanarak geçecek.
Şimdi gündemde olan ilk konu 7 Kasım gecesi saat 18:00'den itibaren evde bir parti durumumuz var, tema malumunuz hoşça gidelim, hoşça dönelim. Bir kısım maillerini bildiğimiz arkadaşlarımıza davetiye gönderdik, bilmeyen ancak bu blog okuyucusu olanları da burası aracılığı ile davet etmek isteriz. Bekleriz efenim.