31 Ocak 2010 Pazar

Amazonlar da 5 büyük gün.

25-30 Ocak 2010

Bu seyahatte anladım ki, ne kadar uzağa gidersek o kadar içime doğru yol alıyorum. Doğa ile ne kadar haşır neşir olursak da sorularıma o kadar rahat yanıt buluyorum. Amazonlarda geçen bu 5 gün bu açıdan da hayatımın en doğru hareketlerinden oldu diyebilirim.

Quito’dan otobüsle 8 saatlik bir yolculukla Lago Agria şehir merkezine ulaştıktan sonra turdan birileri gelip bizi aldı ve yarı cip yarı kamyonet kılıklı bir araçla 2 saat kadar daha yol aldıktan sonra Amazon’un kollarından Lago Agria’nın nehirsel kısmına vardık. Buradan sonrasında kara ulaşımı olmadığından kanoya binildi ve normal şartlarda 3-4 saat süren ancak bizimkisinin motoru bozulduğundan 6 saat sürecek olan Amazon yolculuğumuz başlamış oldu. İlk 4 saat Lago Agrio’da yol aldıktan sonra, 2 saat kadar da Guyabeno nehrinde ilerlemeye devam ettik ve bu son iki saatlik süreç karanlıkta gerçekleştiğinden muhtemelen gece avına çıkan timsahçıklarda bize eşlik ettiler. Guyabeno Reserve, Ekvator’daki iki büyük Amazon bölgesinden daha kuzeyede kalanı, Peru sınırı ile dip dibe de denilebilir. Ne yazık ki diğer tüm Amazon bölgeleri gibi bir bölümü petrol çıkarma istasyonları tarafından katledilmekte olsa da halen büyük bir kısmı bakir ve birinci dereceden orman alanı olarak kabul ediliyor. Bu da demek oluyor ki, bu alanda satış amaçlı hayvan ve bitki katliamı yok, petrol rezervi yok, her şey olması gerektiği gibi doğal seyrinde sürüyor. Nehir boyunca inanılmaz sıklıkta ve değişken bir ağaç ordusu görüyorsunuz, bilumum kuş ve böcek tarafından seslendirilen çok sesli bir koro da manzaraya eşlik ediyor.

Guyabeno Reserve’de yaşayan 3 farklı yerli kabile mevcut, Siona, Sekoya ve Quechualar. Bizim kaldığımız Nicky Lodge Quechualara aitti. Guyabeno’ya gelen onlarca farklı tur şirketi var ve bunların büyük kısmı nehrin üst kısımlarında kalıyor, bu bölgeye çalışan ise tek bir tur var. (Qutio’da burayı bulmak için pek çok şirket gezdiğimizi belirtmeme gerek yok sanırım) Dolayısı ile doğayla uyumlu dahi olsa yapılaşma sıfır.

Amazonlarda bir tura gelmek için Ekvatora ulaştıktan sonra zengin olmaya gerek yok. 3 öğün yeme içme, 24 saat rehberlik hizmeti, bilumum aktivite, yağmura karşı panço, çamura karşı balıkçı botu ve kalış ücreti 5 gün için 240 dolar. Yemekler gayet lezzetli ve doyurucu, odalarda yataklarda sineklik mevcut. Panço ve botlar gayet işlevsel.

Kamp alanına gecenin bir vakti vardığımızdan ve ortamda elektrik olmamasından mütevellit ilk anda kendimizi yüzüklerin efendisindeki Frodo gibi hissetsek de, odamıza kavuşup üzerine de leziz bir yemekten sonra keyfimiz tamamen yerine geldi.
Ormanin derinliklerinde

İkinci ve dördüncü gün kahvaltı sonrası, ormanı keşfe çıktık, dört bir yandan fışkıran onlarca ağaç arasında geçen 3 er saatlik yolun sonunda aklımda kalanları; ateş karıncaları tarafından ölümüne korunan ve temiz ağaç olarak anılan ağaçlar, su geçirmez yüzeyleri sayesinde tabak gibi kullanabilen yapraklar, ortada kalan ağacı öldürmek pahasına onu sararak yükselen killer tree(katil ağaç), etrafından hiçbir minik bitkinin yaşamasına izin vermeyen bir toksin saçan başka bir tür ağaç, dikine büyüyen yabani avokadolar, topraktaki mineraller tek bir köke yetmediği için onlarca kökü ile yere tutunan palmiyeler ve ucu bucağı görünmeyen yağmur ormanlarının en eski ağacı olan-adını hatırlamadığım-ağaç olarak sayabilirim.

Yağmur ormanları dünyadaki diğer ormanların aksine, ağaçların en hızlı biçimde büyüdükleri alanlar. Ancak ağaçların hepsi birbirinden faklı bir yöntem izliyor, kimi enerjisini bir an önce büyümek/uzamak için kullanıyor, kimi köklerini güçlendiriyor ve tüm ormanı kökleri ile sarıyor, bir başkası derisini bir yılan gibi soyarak yenileniyor, bir diğeri toksik madde üreterek kendisine özel bir alan açıyor. Hepsinin kendine ait bir yolu ve tercihi var. Etraflarını pek takmaksızın, bazen karıncalarla ya da diğer böceklerle işbirliği yaparak yaşıyorlar. Ağaçlara baktıkça, insani tüm hırslar ve kavgaların, diğerleri üzerinden yürüyen hayatlarımızın ne kadar saçma olduğunu biraz daha anladım, aslında gerçek olan bir tek sen varsın. Bunca yıldır süre gelen şehirsel hayatımı da biraz daha doğaya kaydırma isteği depreşti.

Aynı günün akşamüstü bu kez motorsuz kano ile maymun ve kuş gözlemeye gittik. Ormanda olmak hasebiyle hayvanlara saat 4:30 da ağaçta ol denilemediğinden hayvansal açıdan çok verimli geçmese de kuş sesleri ve amazonda bir kanoda süzülmek açısından çok çok doyurucuydu. Kampa geri dönerken sadece Amazonlarda yaşayan pembe ve gri yunusları da bir parça olsun görebildik ki bu da işin bonus kısmı oldu.
Maymun milleti

3.ve 4. gün hayvanları uyanır uyanmaz yakalayabilmek amacıyla sabah 6.15’te kanolarla yola çıkıldı ve bu kez şurada, şurada, şurada ve şurada görebileceğiniz maymunların her biri gruplar halinde coşarken görüldü. Amazonlara gitmezden önce hiç bu kadar maymun meraklısı olduğumu ve iki maymun görünce bu kadar sevineceğimi bilmiyordum, bunu da arada öğrenmiş oldum iyi oldu. Tüm bu süreçler boyunca tansuucuumda kendini fotoğraf makinesine vererek sizler için en güzel anları görüntüledi. Maymunlar gereğinden fazla hareketli yaratıklar olduğundan kendilerini sadece biz görebildik, fotoğraf na mümkün oldu. Resimlerde gözüken evlerine konuk olduğumuz ve gurmede evde gerçekleşen aktivitenin detaylı olarak anlatılacağı ailenin ev hayvanı olarak besledikleri maymun oluyor ama kendisinin tüm akrabaları ormanda ikametlerini sürdürmekte.

Amazon aktivitelerinin bir diğeri de gece yürüyüşü, burada amaç geceleri harekete geçen bilumum iri haşeratı yerinde gözleyebilmek. Bu haşeratların en yoğun olarak görüleni ise tarantulalar. Yürüyüşümüz süresince ve daha sonra odamızda da kendilerine sık sık rastladık. Tarantula, öldürücü olmayan ancak 24 saat süresince acısı devam eden bir zehre sahip ve avını yakalamak için ağ kurmuyor. Bunun yerine kendisi beklemeyi seçiyor, bir nokta belirliyor ve saatlerce kıpırtısız bekliyor, fotoğrafını çekmek için çok ideal bir jungle hayvanı.
3. günün devamında Quchua yerlilerinin köyünü ziyaretin ardından amazonda yüzme molası verdik. Bu arada yerli köyleri de belgeseller de gördüğümüz köyler şeklinde değiller artık, turizmin gelmesi ve gençlerin ilkokuldan sonra şehirde okula gitmelerinden ötürü büyük ölçüde değişim göstermişler, yalnızca ormanın çok diplerinde ve çok küçük sayıda ve turistik bir aktivitenin na mümkün olduğu bölgelerde belgesel tipi yerli yaşamı sürdürülüyormuş. Yüzme kısmına geri dönecek olursam, başta bir kısım nazlansak da bir daha ne zaman amazonda üstelik de pembe yunuslar eşliğinde yüzeceğiz diyerek attık kendimizi kahverengi sulara-amazon tabanındaki materyalleri taşımasından ötürü kahverengi bir renge sahip- sudan çıktıktan sonra rehberimiz yunusların yanı sıra piranhalarında bizlerle birlikte yüzdüğünü belirterek hepimizi tebrik etti. Biz de kendisine teşekkürlerimizi sunduk bu değerli bilgiden ötürü.

4. günün akşamüstü aktivitesi piranha avı oldu. Birer çubuğun ucuna takılı iğnelere dana ya da balık eti iliştirilerek suya sarkıttığımız oltamsılara pek çok farklı noktada farklı piranhalar gelerek etleri kaptılar ancak kendileri oltaya kapılma konusunda aynı yardımseverliği göstermediler. Ben 2 kere yukarıya kadar çekmeyi başarsam da her seferinde bir şekilde iğneden kurtuldu manyak hayvanlar. Sonunda piranha olmayan bir balık tuttum onu da piranhalara yem olarak kullandık. Tekne ahalisi tarafından tutulmayı başarılan yegane piranha aracılığı ile dişlerini görme şerefine erdiğimiz hayvan daha sonra doğal hayatı koruma zinciri adına suya geri bırakıldı.

5. gün sabahı aynı kano aracılığı ile ancak bu kez motor tamir edildiği için 4 saatlik bir yolculuk sonucu Lago Agrio’ya geri döndük. Ordan 2, 5 saat sonra şehir merkezine ve oradan da 16 saatlik bir otobüs yolculuğu ile Guayaquil’e geldik. Amacımız Cuenca’ya varmak olduğundan Guayaquil’den de bu kez 4,5 saat süren yeni bir yolculukla, koca koca dağlar aşarak toplamda 30 saatlik bir yolculuk sonucu hedefe varıldı. Cuenca’yı da sanırım Lima’ya varınca anlatacağım. Bana şimdilik müsaade.

Nihayet, Ekvator’dan bildiriyorum.

14-24 Ocak 2010

Uzun bir süredir yazamıyor oluşumuzun nedeni Quito. Daha doğrusu bu şehirde içinde bulunduğumuz durum. Seyahatin kendisi henüz meyvedeki vitamin boyutundayken mutlaka en azından bir parça olsun İspanyolca öğrenmemiz gerektiğini düşünüyor ancak herhangi bir icraata geçmiş değildik. Sonra yola çıktık, baktık ki konuşamasak da herkesle çat pat kafa göz yara yara anlaşıyoruz, İspanyolca da artık bir başka bahara moduna girmiştik ki, Quito’ya umduğumuzdan 2 gün önce vardık. Üstelik Couch Surfing’den beleşe kalacak rahat bir evimiz de olmuştu, bu da hostel parası cebimizde kalıyor demek olunca şeytan bir kere daha dürttü ve kendimizi bir anda Qutio sokaklarında İspanyolca kursu ararken bulduk. Quito İspanyolca öğrenmek isteyenler tarafından güney Amerika’da ilk tercih edilen yer. Onlarca kurs var ve birebir özel derslerin saati 4-5 dolardan başlıyor. Bir müddet dolandıktan sonra biz de 5 gün toplam 25 saatlik bir kursa kendimizi kayıt ettirmeyi becerdik ve bundan itibaren de günümüzün yarıya kadar kısmı sevgili kursumuzda geçmeye başladı, eşek kadar olmamızdan kelli bir parça da bilinçlendiğimizden öğlenden sonraları da mümkün mertebede eve erken dönüp ders çalıştık. İspanyolca durumumuz ise primitifliğini halen sürdürmekte. Bu arada param yok ama gelsem de İspanyolca öğrensem derseniz Quito’da bol bol İngilizce bilen gönüllü çalışacak eleman arıyorlar.

Ekvatorun başkenti Qutio dünyanın ortasında bir şehir. Dağların arasında ve denizden yüksekliği 2850 metrecik. Rehber kitaba göre kıtanın ikinci yüksek şehri, ilki Bolivya’nın başkenti La Paz. İspanyolca öğretmenin yanı sıra Quito’nun iki büyük olayı var. Birincisi, belli bir yaşın üzerindekilerin Barış Manço’dan hatırlayacağı üzere dünyanın orta noktasında oluşu, yani bir tarafı Kuzey Yarımküre, diğer yanı ise Güney yarımküreye değen Mitat del Mundo noktası.

Peki hangisi gerçekten dünyanın ortası

Mitat del Mundo burada asıl dünyanın orta yeri benim diyen bir takım tartışmaları da beraberinde getirmiş. Bir adet süper turistik, devasa anıtlı ekvator orta yeri var bir de, vaktiyle İnkaların henüz ne GPS ne benzer bir alet edevata sahip iken belirledikleri bu Mitat’ın 200 metre kuzeyinde kalan asıl Mitat del Mundo var. Bütün bu ikisine de, yalan asıl dünyanın orta yeri benim diyen bir de 3. nokta var ki, biz oraya kadar gidemedik, dolayısı ile eeen asıl olduğunu iddia eden noktaya dair izlenimimiz ne yazık ki yok.

İlk yer-resmi olan-, gayet güzel kotarılmış, afili büyükçe bir park, orta yerinde anıt var, anıtın orta yerinden boylu boyunca bir çizgi geçiyor böylece bir ayağınız bir yarım kürede diğeri diğer yarım kürede neşeli fotoğraflar çektirebiliyorsunuz. Parkın içinde bir sürü ıvır zıvır satan dükkân, restoran, cafe vsnin yanı sıra bir de orta alanda eğlence bölümü yapılmış, yerli kostümleri içinde ancak muhtemelen sadece dansçı olan abi ve ablalar bu alanda yerel danslar eşliğinde gelenleri eğlendiriyor. Parkın son numarası da Ekvator’un en büyük 3 şehri olan Cuenca , Guayaquil ve Quito’nun maketsel olarak sergilendiği müzemsel alanlar. Özellikle Quito’yu görünce çook etkileceksiniz demişlerdi, bir oda da dev bir maket görerek biz çok acaip etkilenmiş değiliz ama güzeldi.

Mitat del Mundo’ya gitmeden pek sevgili kaptanımız Barış, bize bilumum denizci geleneklerinden bahsetmişti. Ortada birden fazla dünyanın ortası olunca kafamız karışsa da İnkalar tarafından belirlenen Mitat del Mundo’da geleneklere uygun olarak hem birbirimizi bir parça ıslattık, hem de birer bira tokuşturduk, saçımızı falan kesmedik ama negatif elektrikleri iki kıta arasında bölüştürmüş ve tamamen pozitif olmuş olduk herhalde di mi Barış?

İnkaların Mitat del Mundo’su birinciye oranla çok daha primitif bir yapı, girişte bilumum kaktüslerin içinden geçerek alana ulaşıyorsunuz ve hemen size bir rehber veriyorlar ki, ekvatorsal deneyleri ifa edebilesiniz. Bir yarım kürede daha güçlü iken diğerinde daha güçsüz olduğunuz – gerçi ben her iki kıtada alt edilebilir çıktım-, yumurtayı bir çivi üzerinde dik durdurmayı denediğiniz-eğer becerirseniz yumurta durdurabilen diye bir diploma veriyorlar- ve en dikkat çeken aktivite olarak suyun her iki yarım kürede farklı yönlerden aktığı deneyleri gerçekleştiriyorsunuz. Suyun iki farklı açıda döndüğü deney dışında diğerleri biraz saçma gelse de, eğlenceli vakti geçirtiyor. Bu müzenin asıl güzel tarafı ise yerli kabileler hakkında detaylı bilgi vermesi, yerlilerin yaşadıkları evlerin birebir kopyalarını gezip, kafa kesme gibi geleneklere dair detaylı çizimler ve dev anakondalar görmek mümkün. Amazonlara gitmeden anakonda görmek şahane oluyor, herkese tavsiye ederim.
3. bizim gitmemiş olduğumuz en asıl Mitat del Mundo benim diyen müze, bu iki müzeye de son derece karşı hele ki bu deneyleri falan tamamen uydurmasyon buluyor, ancak onların tezleri hususunda bilgimiz yok. Bir başka bilgi ise en asıl orta nokta çizgisinin Galapagos adalarından geçtiği.

Valla onlar kendi aralarında tartışsalar da biz kendimizi her iki yarım küreye de aynı anda ayak basmış kabul ediyoruz artık.

Kiliseler şehri

Gelelim Quito’nun ikinci olayına, kiliseleri. Kiliseleri ve eski şehri ile UNESCO tarafından dünya kültür mirasına dahil edilen bir kent Quito. Bizdeki Sultanahmet ‘e karşılık gelebilecek eski şehir de adım başı devasa bir kilise yer alıyor. Ve genel olarak tüm kiliselerin içi oldukça etkileyici. Bu da Güney Amerika’da çok sık rastlanan bir durum değil, zira genelde kiliselerin dışları ne kadar süslü olsa da içleri vaktiyle İspanyollar tarafından boşaltıldığından pek havalı değiller. Quito’nun en gurur duyduğu ve içinde fotoğraf çekmeyi yasak ettiği dolayısı ile içini gösteremediğimiz Jesus ve arkadaşları kilisesinin içinin tamamı ile altın olduğunu söylüyorlar. İçeriden bakınca da gayet altın gözüküyor pırıl pırıl ama koca kıtayı yiyip bitiren İspanyollar o altınları nasıl bırakmışlar benim pek aklım almadı, altın havası verilmiş boya falan da olabilir.

Genel olarak kurs-ev-kurs civarı takıldığımızdan, eski şehir bölümüne hafta sonu geldik ve tam yürürken ansızın bir Türkçe ses çalındı kulağımıza. Bir Türk çift daha. İzmir’den Venezuela’ya ordan da Qutio’ya gelmişler ancak geri kalan 3 hafta da nereye gidecekleri konusunda kafaları biraz karışıktı. Biz artık deneyimli olduğumuzdan kendilerine bir sürü öneri sunup daha da kafalarını karıştırdık ama 2 ay sonra ikinci kez bir Türkle karşılaşmak pek hoş oldu.

Dr Jekyll ve Mr. Hyde

Quito’da herhangi bir şehirde en uzun kalma rekorumuzu da kırarak 1o gün kaldık. Ve diğer şehirlerin aksine 2 ay sonra bir de gece turu yaptık. Evinde kaldığımız Carlos ile birlikte şehrin Beyoğlu’su olarak adlandırabileceğimiz Mariscal’e gittiğimizde gerçekten çok şaşırdığımız söylemek durumundayım, zira etraf onlarca bar, cafe, gece kulübü, restoran ve insan doluydu. Gerçekten de mini bir Beyoğlu denilebilir. İşin tabi bizim açımızdan en enteresan kısmı, sevgili İspanyolca kursumuz bu alanda olduğunda nher gün buradan defalarca geçmemize karşın bu mekanların hiçbirini fark etmiş değildik. Meğerse Quito’da Dr Jekyll ve Mr Hyde bir durum hakimmiş. Gündüz gayet emekli amca tadında görünen bu kısım geceleri bir anda şov girl havasına bürünüyormuş. Etrafta Ekvatorlu kadar turistin de yer aldığı bölgede epeyce bir takılıp çılgın Ekvator gecesini gördükten sonra Carlos’u bir disko kapısında bırakarak eve geri döndük.

Quito’da tüm bunların yanı sıra kendimize bir de Amazon turu satın aldık. Şimdi 5 günlüğüne börtü, böcük görmeye amazonlara gidiyoruz, görüşmek üzere.

30 Ocak 2010 Cumartesi

Hayattayiz, her sey yolunda...

Selamlar herkese,

neredeyse 3 haftadir Ekvatordayiz. Quito·da ispanyolca ogrenmeye calisirken yazamadik sonra araya Amazonlar girdi ve dunya ile tum irtibatimiz kesildi.
30 saati askin bir suredir de yoldaydik. (kanolar, otobusler) Sonunda Cuenca·ya geldik. Yeni yazilar ve fotograflar bir iki gun icinde burada.

zoodacanlar

18 Ocak 2010 Pazartesi

Otovala'da.


Hatırlar mısınız, Guatemala’da büyük beklentilerle Chicicastanengo pazarına gitmiş ancak o kadar mesut olmaksızın geri dönüp, Ekvator’daki benzer bir pazaraı beklemeye başlamıştık. Ekvatora ayak bastıktan 24 saat sonra beklentilerimizi makul sınırlarda tutarak pazara doğru giden bir otobüse yerleştik. Quito’ya 1,5 saat uzaklıkta yer alan Otovala’da her cumartesi günü kurulan pazar Güney Amerika’nın en zengin yerli pazarlarından kabul ediliyor ve bence kesinlikle hak ediyor. Kendisi büyük, insan ne tarafa bakacağını şaşırıp her şeyi ama her şeyi almak istiyor. Ekvator’un ne yazık ki resmi para birimi dolar olmasından ötürü de ayrı bir yanılsama durumu oluşmakta. Farklı ülkelerde benzer pazarlarda 80-100-120 olarak fiyatlandırılan pek çok şey burada 3-7-10 kıvamında, meblağlar diğer ülke paralarına vurduğunuzda her ne kadar aynı olsa da insan hep az bir şey ödediği yanılgısına kapılıyor. Biz tabii ki düşmedik canım öyle bir yanılgıya, bütçe kutsaldır, teessüf ederim.

Alpaka ve lama yününden yapılan bilumum kıvır zıvır, geleneksel yerli şapkaları, hamaklar, kolyeler ve onlarca müzik aleti arasında sağa sola bakmaktan şaşı olarak geçen bir 3 saatin ardından, bütçesel olarak bir parça hafiflemiş ancak keyiften dört köşe olarak Quito’ya geri döndük.

Şimdi ilk hedefimiz Mitad del Mundo yani dünyanın ortası.

Sınıra doğru

14 Ocak 2010

Güzergah, önce Popayan’dan Kolombiya sınırındaki İpiales’e kadar 8 saat otobüsten bozma bir araçla son kertede rahatsız bir yolculuk. İpiales terminalinden taksi yardımı ile sınıra varış. Kolombiya’dan kesinlikle gidiyorum manasında damgayı pasaporta işletiş. Yürüyerek karşıya geçip bakınız artık Ekvator’dayım manasına gelen giriş damgalarını pasaporta işletiş, dolmuş vasıtası ile Ekvator sınır şehri Tulcan terminaline varış. Buradan Quito’ya doğru 5,5 saatlik yeni bir otobüs yolculuğu. Pelte kıvamında Quito’ya varış.

Yukarıda anlattıklarım aynen bu şekilde gerçekleşti, sabah otobüsümüz 5.30 da kalkacağını iddia etse de 6’da ancak kalkabildi. Cali’den gelirken 3 saat boyunca test ettiğimizden bu sefer zıplamaları daha bir sükunetle karşıladık. Quito otobüsünde 1 dolara çılgınca leziz yiyecek edinince yol o kadar da fena ve uzun görünmemeye başladı.
Velhasıl kelam sonunda Ekvator’dayız.

Beyaz şehir, Popayan

11-14 Ocak 2010

Cali’den 3 saat boyunca durmaksızın zıplayan, ancak kendisini otobüs olarak adlandırmaktan beis duymayan bir araçla Popayan’a vardığımızda niyetimiz bir gün dinlenmek ve ertesi sabah ya yakınlardaki antik şehirlere ya da Ekvator’a doğru devam etmekti.

Ancak Popayan –geldiğimiz günün milli tatil olması sebebiyle de -sakin sokakları, her yere yürüyerek gidebilme özgürlüğü, onlarca şehirde görsek de, görmekten sıkılmadığımız kolonyal binaları ile derhal fikrimizi değiştirdi. Acelemiz yoktu, biraz da yorgunduk, hazır sakin ve güzel bir şehir bulmuşken neden hareket edelim diyerek 3 gün boyunca Popoyan’da kaldık.

Popayan’daki kiliselerin büyük bir kısmı 1983 yılında meydana gelen deprem sonucu büyük hasar görmüşler ancak yürütülen restorasyon çalışmaları sonucu depremden öncesinden daha iyi bir durumda olduğu söyleniyor, gerçekten de her şey gayet iyi görünüyordu. İspanyolların ellerini attıkları her şehirde klasik olduğu üzere burada geniş bir meydan ve etrafında dizili katedral, hükümet binası gibi yapılar mevcut. Eksik olansa sokaklara yayılmış kafeler. Kolombiya’dayım hava de pek güzel, şöyle güneşe karşı bir kahve içeyim diyorsanız ne yazık ki na mümkün. Ama meydanın ortasındaki parkta oturup etraftaki onlarca satıcının birisinden ne olduğunu pek bilmediğiniz meyve sularından alıp deneme şansı her daim mevcut.

Bizim kaldığımız 3 gün, Popayanlılarında fiestasına denk geldiği için gündüzleri şehrin sokaklarında dolaşıp, akşamları da sokak satıcıları, yerel müzikler ve havai fişek ışıkları altında fiestanın tadını çıkardık. (tat kısmını Kolombiya gurmede ayrıntılı olarak okuyabilirsiniz)

16 Ocak 2010 Cumartesi

Gurmelerin gurmesi, Tulum’un Ceviche’si

29 Aralık 2009 - 4 Aralık 2010

Küba’da biraz kilo kaybettikten sonra, yemek özlemi ile indik Cancun havalimanına. Meksika’ya geri döndüğümüz havadaki yemek kokusundan ve caddelere taşan restoranlardan anlaşılmıştı.

Ortanca Özel ailesinin bize yılbaşı hediyesi olan Tulum’da beş günlük yayma aktivitesini gerçekleştireceğimiz otelimize gitmek üzere havalimanından otobüs ayarlayıp, özlediğimiz gerçek marketten hemen sandviç ve meyve suyu yuttuk. Ve otobüsümüz Tulum’a hareket etti…

Uykusal bir yolculuktan sonra, otobüs Tulum terminalinden hareket etmek üzere iken, uyku sersemi ve adrenalin dolarak indik otobüsten. Saatler 23:00’ü ( Türkiye’de 7 saat geri) gösterirken taksiye binip otelimize pışpışlandık.

Gece yarısı karanlığı içerisinden otelimizin girişini bularak ve fakat bize fener tutan amigo amcanın yüzünü seçemeyerek rezervasyonumuzu onaylatıp cabanamızın egzotik yatağına rötarsız iniş yaptık.

Horul bir geceden sonra sözcüklerin yetemediği ancak cennet kelimesinin anlam bulabildiği bir sabaha uyanıp beyaz kumlardan kahvaltımıza koştuk. İşte bu an Tulum gurme başladı.

Sabah kahvaltısı dedikleri ve aslında 2 kilo meyveden oluşan ( papaya, mango, yeşil elma ve tropikal bir sürü zerzavat) ve bununla yetinmeyip yanımızda sıkılmış tazelikteki bir bardak meyve suyunun yanında ayıp olmasın diye mantarlı dehşet leziz bir omlet ile başladık güne. Dilediğiniz adet kahveyi de unutmadan ekleyeyim.

Dolu mide ile yüzülmez felsefesi ile denizden uzak durup ( o dalgalarda yüzmek yemiyor ancak parmak ve topuk sokulabiliniyor deniz dedikleri kaplıcamsı suya) yaymak ve hamakta hammak (bkz. Ferhan Şensoy) sureti ile dinlendiğimizden emin olup otelimizin bize aferin iyi ki geldiniz bedava kuponları ile beleş ve limonsal margaritamızı içtik keyifle beyaz kumlar üzerindeki barda.

Akşam olduğunu fark edip – zira dolunay tabak gibi göz kırpıyordu – Tulum’un pahalı olması nedeni ile kendimizi taksiye ve sonrası markete attık. Birkaç lüzumlu atıştırmalık yanında, yeni yıla giriş amacı ila patlatılmasını düşündüğümüz şampanyamızı alıp otelimize aynı yöntem ile geri taksilendik.

31 Aralık sabahı diğer leziz kahvaltımızı yapıp, tekrar plaj barındaki yerimizi aldık. Karımcığımın bir süredir denemek istediği Hindistan cevizi içerisindeki alkolden ısmarladık. Coco loco olarak adlandırılan ve içeriği tekila, bacardi, bombay cin ve taze hindistan cevizi sütünden oluşan alkol şelalesinden içerek ufuklara daldık.

Yeni yıla saatler kala (yaklaşk 6 saat) kaşınan midelerimizi yatıştırmak üzere beyaz kumlar üzerinde nachos, dipsos ve biralarımız eşliğinde piknik yaptık. Ama bunlarla yetinemeyeceğimizi anlayarak – yılbaşı gecesi karıcığımı nachosla kandırmam bana yakışmazdı – dolunay ışığı eşliğinde plaj restoranımızı bulduk. Menü fiyatı yeni yıl için gayet makul, restoran sahibi Amerikalı amigo çok nazikti. Hemen yeni yıl gecesi menüsünden ısmarlayıp dolunay manzarasına daldık. Merakınızı gidermek için menüyü anlatmam gerekirse; başlangıç olarak nefis bir sopa de tortilla (çorba), ardından ana yemek olarak – ki buna çok baba yemek diyerek kendimi düzeltmek istiyorum – lobster (ıstakoz), buharda pişmiş taze sebzeler ve bir grup jumbo karidesten oluşan tabağımızı tabak hariç yuttuk. Biraz çok gelen yemeğimizi eritmek üzere dolunayı yakalamak üzere kumlarda el ele koştuk. Ve fakat sindirmek olanak dahilinde olmadığı için saat 24:00 olmadan biraz kestirmek üzere cabanamıza (bungalow)döndük.

Noel babalı ufak bir rüyadan sonra yeni yıla girmek üzere şampanyamızı aydedeye doğru patlattık ve bir şişe şampanyayı içtik afiyet de oldu doğal olarak… Ağzınızın suyunu alt paragrafa akıtarak yeni yıl sabahına yeni olarak uyanmak için doğal cabanamızda doğada uyuduk.

Yeni yılın ilk gününde yeni yemeklere aç olarak kumsalda – bu kez denize girerek – dinlenip bulduğumuz beleş kuponlarla kumsal barımızdan alkollendik. Akşam olduğunda yemek avına çıkarak – Tulum’da yemek kumsal ve deniz üçlüsü çok ağır basıyor- karıcığımın yengeç sezileri ile bir İtalyan restoran bulduk. Çok kalabalık ve aç insan turist sürüsünü bekleyip masamıza kavuştuk. Gerçek İtalyan makarnalarımızı yedikten ve kadeh şaraplarımızı yudumladıktan sonra geceyi sonlandırdık.

Ertesi gün bizi bekleyen lezzet rüzgârından habersiz kumsalda biraz yayıp sonrasında yürüyüşe çıktık. Keşfettiğimiz öğlen restoranında masamızda güneşlenerek ısmarladığımız yemekleri beklemeye koyulduk. İşte tam bu noktada size Latin Amerika mucizesi Ceviche’den bahsetmek istiyorum. Ceviche deniz ürünlerinden yapılan – ister karides ister balık ister ahtapot – bizdeki lakerda mantığına yakın, lime, sarımsak ve domates ile desteklenen muhteşem bir aperatif. Aperatif olarak hoşnut kalmazsanız 8 tabak yiyerek ana yemek haline dönüştürebilirsiniz.

Sahilde beyaz kumlarda yaymak aktivitesinden hoşnut karnımız tıka basa dolu olarak Tulum efsanesini sonlandırdık. Bir sonraki gurme durağımız Kolombiya… Bol kahveli günler dileyerek Cancun’dan Bogota’ya uçuyoruz…

12 Ocak 2010 Salı

Kolombiya'ya giderken

11 Ocak 2010 Pazartesi

Salsalamadan Cali


Bazı insanlar gündüz, bazıları da geceyi sever, ben gündüzcülerdenim, güneşi görünce mutlu olurum, yeni bir şehri önce güneş ışınları altında keşfetmeyi severim. Ama buna rağmen bazı şehirler geceyi seviyor, bana rağmen onları anlamanın tek yolu gecenin içinde yol almak. Cali o şehirlerden.

Cali’ye geldiğimizde, hakkında bildiklerimiz, Kolombiya’nın 3. büyük şehri , Latin Amerika’nın salsa başkenti , güzel kızları ve Mondragon’un memleketi olmasıydı. Ekvator’a geçmeden kısa bir ara vermek, salsa gecelerine bakınmak ve Mondi’nin-ki Naz’cığımın şerefine- şehri neye benziyormuş görmekti. Heyhat planlar her zaman işlemiyor, Cali’nin adamı serseme çeviren sıcağını hesaba katmadığımızdan, ilk defa bu şehirde uzuuun uzun durduk. Hiçbir şey yapmadan, yürümeden, kitap okumadan, bir şeyler yemeden, soğuk biralar eşliğinde rüzgarın estiği bir köşe bulup sadece oturduk. Şehri keşfetmek için, halkın geri kalanı ile birlikte önce havanın kararmasını, güneşin ortadan kaybolup havanın yürünebilir ısılara düşmesini bekledik.

Gece adeta yeniden doğan bir şehir Cali, gündüzün ağırlığı kaybolup yerini ışıltılı caddelere bırakıyor. Kolombiya’da fark ettiğimiz kadarı ile yeni yıl ışıklandırması çok mühim bir hadise, ancak bu işin alemi cihanı kuşkusu z Cali. Bütün şehir baştan aşağı yüzlerce dev figürle süslenmiş durumda ve karanlık bastırmaya başlar başlamaz, tek tek tüm figürler canlanıyor. Üzerinizde ışıktan bir halı, sağda solda, önde arkada her yerde başka bir devasa figür. Dansçılar, müzisyenler, parkta bisiklete binenler, nehirde kayık sefası yapanlar, barının arkasında bir barmen Cali deninde akla gelebilecek her şey.

Kendi adıma diyebilirim ki, Cali’nin beni büyüleyen yegane kısmı bu oldu.
Buralara kadar gelip de meşhur Calili sambacıları da görmeden gidemeyeceğimiz için, pek çok kaynaktan soruşturup şehrin en eğlenceli gece kulüplerinden kabul edilen Tin Tin Doe’ye doğru yola koyulduk. Hani 80’li yılların klasik Türk filmlerinde Ahu Tuğba ve şürekasının, Nuri Alço ya da tecavüzcü Coşkun tarafından gazozlarına uyuşturuc u atılması sureti ile kandırıldığı pavyonlar vardır. Korkunç papyonlu ve yelekli garsonlar ellerinde koca viski bardakları ile dolaşır, pistte birileri çılgınca dans ederler. İşte size Tin Tin Doe. Tek fark, Ahu ve Nuri yok, Carlos, Maria, Antonio, Cecilia ve 60 kişi daha var. Herkes son derece gündelik kostümler halinde, pazara giderken uğrayıp iki de kıvırayım havasında gelmişler ve hakikaten döktürüyorlar. Pistin bir köşesinde dev ekranda 80’lerden kalma video klipler yayınlanıyor, ekranın iki köşesindeki hoparlörlerden müziğinde aynı yerden geldiğini anlıyoruz. Sanki yirmi yıl öncesine döndük ve Erdek’te bir diskodayız. Birbirimize bakıp Bacardilerimizi tokuşturuyoruz, bacardiler sıcak. Biz burada ne arıyoruz? Dansın hatırına bir yarım saat daha etrafı izledikten sonra hostelimize dönüyoruz, hostelden Cali manzarası, dalga geçercesine ışıl ışıl.

İkinci gece şansımızı yeni şehir kısmında tek bir kulüp yerine onlarca salsa barın yer aldığı 6. Caddede denemeye karar veriyoruz. Epi topu yan yana 10 kulüp, biraz mini Marmaris biraz Fethiye Ölü deniz. Görece olarak erken gelmişiz, henüz pek kimse yok ortalıkta, biraz ona, biraz diğerine bakına bakına ilerleyip içimizde gizli bir salsacının olmadığına karar verip, olay mahallini terk ediyoruz.

Bu arada Calili kızlarla ilgili anlatılan her şey tamamen bir efsaneden ibaret, güzel kız görmek isteyenlere tek önerimiz KÜBA!

9 Ocak 2010 Cumartesi

Kolombiya turizm tanıtım ofislerine gittiğinizde arkadaki büyük ekranda dönen bir film karşılıyor sizi, 20 yıl önce bir filmde oynamak üzere gelen İtalyan, hayatının 2 büyük aşkı ile karşılaşıyor. Karısı Linda ve şehri Cartagena, o zamandan beri de iki aşkıyla beraber ve her gün bir film setindeymişçesine yaşadığını söylüyor, harika görüntüler eşliğinde. Ardından beyazlar içinde başka bir kadın belirip kendi hikayesini anlatıyor, Medellin sokaklarında dolaşırken. Arjantinli, bir Kolombiyalıya aşık oluyor, çocukları doğup büyüyünceye kadar Arjantin’de yaşıyorlar, sonra baba köklerini göstermek istiyor oğluna, Medellin’e geliniyor ailecek birkaç haftalığına derken, artık hepsi Medellin’de. Birbiri ardına devam ediyor mini filmler, ortak söylence Kolombiya halkının iyi niyeti ve yardımseverliği. Hepsinin sonunda aynı motto, Kolombiya’nın tek tehlikesi, Kolombiya’dan ayrılamamak.

Gelelim bizim hikayemize, Kolombiya’yı çok sevdik, ama ayrılacağız tabii ki, neyse ki birkaç günümüz daha var.

Hangi rehber kitabı açarsanız açın, sizi önce bir silkeliyorlar, Kolombiya ve tehlikeleri üzerine, başınıza gelebilecek felaketler tek tek sıralanıyor. İtiraf etmekte sakınca yok, biz de başta hafiften bir tedirgin olduk ama vermişiz yüzlerce doları sırf Bogota’ya ulaşmak için. Yerleştik Meksika’dan son kez uzaklaşmak üzere koltuklarımıza.

Bogota’nın ilk sürprizi, bu kez hostel yerine Couchsurfing – kanepe sörfü- üzerinden tanıştığımız Luis Fernando ve Diana’nın evinde kalıyoruz. Bizi 3 gece kendi evlerinde bir gece de Diana’nın ailesinin yavru sarayında konuk eden Luis Fernando-Diana ikilisi, aileleri ve diğer arkadaşları Kolombiya halkının, daha gümrük kuyruğunda başlayan nezaket ve yardım severliğini son kertede yaşatıyorlar. Meksika’da kaybettiğimiz “insanlara güvenelim “ iyimserliğimizi tekrar kazanmaya başlıyoruz.

Bogota büyük bir şehir, gerçekten şehir büyüklüğünde olanlardan. Buraya gelmemizin asıl amacı Peru vizesi edinmek olduğundan ilk gün vaktimizin büyükçe kısmını son kertede sevimli Peru konsolosluk ekibiyle geçirip devrisi gün 12 aylık vizemizi yapıştırıveriyoruz gittikçe daha bir afili görünmeye başlayan ancak hiçbir gümrükçünün yardımsız anlayamadığı TC pasaportlarımıza.

Bir günde vizelenecek olmanın verdiği mutlulukla kentin en yüksek tepesi Monseratti’ye çıkıp Bogota’yı şöyle bir kuşbakışı süzüyoruz. Tepeye varmanın 2 yolu mevcut, kırk katır mı yoksa kırk satır mı tekliflerinden kırk katırı seçerseniz finüküler adlı kutunun içinde ağaçların tepelerinden süzülerek, kırk satır derseniz dimdik yukarı uçan bir metro aracılığı ile Monseratti’ye varılıyor. Bizim şansımıza kırk katır çıktı ve fekat Tanzu pek eğlendi.

Ertesi gün Bogotasal yeni bir sürpriz olarak, havaalanı turizm ofisinde bilgisini edindiğimiz turistler için düzenlenen ücretsiz şehir turuna katılmak niyetiyle gene fazlası ile nazik turist ofisi görevlisi bayana isimlerimizi yazdırdık. Ancak ufak bir detay unutulmuş, tur tamamıyla İspanyolca verilmekteymiş, olsun dilimiz gelişir diyerek takılıyoruz tur görevlisi polis beyin ardı sıra La Candeleria sokaklarını turlamaya. La Candeleria, Bogota’nın koloniyel dönem yapıları ile ünlü eski şehri, bizim Sultanahmet’in çok derli toplusu denilebilir. Bilumum kilise, meydan, müze tanıtımının ardından polis abi ile yollarımızı ayırarak, La Candeleria sokaklarını yardımsız dolaşmaya devam ediyoruz. Şişmanlığa övgü niteliğindeki Botero ve Altın Müzesi tartışmasız favorilerimiz.

Yaşayan en ünlü ressam olarak kabul edilen Fernando Botero tarafından Bogota’ya hediye edilen Botero müzesindeki eserlerin büyük çoğunluğu adından anlaşılacağı üzere Botero’ya ait ve bu resimlerde her şey şişman, harika ve şişman. Altın Müzesi içinse şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu adamlar altını bol bulmuş ne yapacağını şaşırmış, deniz kabuğu bile altınla kaplanır mı be adam?

Ama dahası var.
Tuzdan bir dünya

Vasconcoles kitaplarının ana karakteri Zeze ile tanıştığımdan beri tuz madenlerine karşı büyük bir merak içerisindeydim. Bogota yakınlarındaki Zipaquiri kasabasında halen kazılmakta olan bir tuz madeninin yanı başında daha doğrusu yanı dibindeki bir zamanlar tuz madeni olarak kullanılırken, günümüzde yenilenmiş şekli ile turistlerin hizmetine sunulan tuz katedrali merakımı biraz olsun gidermeme yardımcı oldu. Sağ olsun. İlk inşa amacı madencileri dini duygularla ile gaza getirerek yaptıkları bu çok acayip zor işe katlanmalarını sağlamak iken giderek işin rengi değişmiş ve eski kilise büyütülerek ve iyice derine yayılarak turistik bir görünüme kavuşmuş. Bizim şansımıza işine pek aşık bir rehbere rastladık, önce büyük gruba hızlıca İspanyolca anlattıktan sonra her şeyi bir kere de bize İngilizce anlattı. Ben de tabi fırsattan istifade binlerce soru sordum. Tam yeni bir soruya geçecekken madenden yukarı çıkan merdivenlerden birisini göstererek buradan yukarı çıkarken üst basamaklara doğru üzerinde bir ağırlık hissedeceksin, madencilerin hayaletlerinden birisi sırtında yukarı çıkmaya çalışıyor olabilir demez mi, o dakikadan sonra kendisi ile muhatabı derhal keserek olay yerinden uzaklaşıldı ve evet merdivenin sonunda sırtımda gerçekten de bir ağırlık vardı, neyse ki aynı ağırlıktan Tansu’da da oldu.

Aynı günün gecesinde, sevgili ev sahiplerimiz Diana, Luis Fernando, kuzenleri ve arkadaşları ile birlikte Bogota’nın biraz dışındaki binlerce detayı ile göz kamaştırıcı bir et lokantasına gittik. (lokanta dediğime bakmayın, içerisinde yaklaşık 1200 kişinin çalıştığı stadyum büyüklüğünde bir eğlence adası da diyebiliriz. Her köşede farklı bir detayın yer aldığı “Andres Carne” şayet Kolombiya’ya giderseniz mutlaka gitmeniz gereken adreslerden. (Bu noktada Gurme köşesinden rol çalmamak için konuyu kısa kesiyorum)

Gecenin ertesinde Bogota’ya ulaşım biraz zor olacağından bir tomar insan Diana’nın ailesinin masal şatosu kıvamındaki evinde konakladık ve bir kere daha Kolombiya halkının derin konukseverliğini sonuna kadar yaşama şansına erdik.

Bogota kısmını bu şekilde sonlandırdıktan sonra Cali’de çılgın bir salsa gecesine gitmeden önce herkese sevgiler.

8 Ocak 2010 Cuma

No food, no cry… Bol rom, bol cigar…


Devrimin ülkesine indiğinde çelik kanatlı kuş, içimize hoş bir mutluluk esmişti eski Havana’dan. Havaalanından taksiye bindiğimizde mutluluğumuzu perçinleyen müzik, arabanın içinde kıpırdanmaya başlayıp bize hoş geldiniz diyordu. Taksi şoförümüz devrimin taksici abisi eliyle bu oynak Latin müziğine eşlik ediyor, bizdeki darbukanın oynak ritmiyle oynamaya başlayan insanlarımızı Küba tarzı ile taklit ediyordu.

Bu mistik ülkenin eski sokaklarında bir iki gün geçirince, Havana’nın hayallerimizdeki etkisi yavaşlamaya hatta bayağı bir acıkmaya başladı. Evet devrimci yapı karın doyurmuyor ve fakat müziğe, alkole, eğlenceye ve tütüne bolca olanak sağlıyordu.

İşte bu yüzden Küba gurme yazım yemekten yoksun olarak bolca müzik, içki ve cigar içerikli olacak ilerleyen satırlarda. Kendine özgü pek yemek menüsü olmayan ( isteseniz de bulamıyorsunuz; süt, yumurta, meyve, sebze ıvır ve zıvır yok bu ülkede. Parayı bastırıp 4 euroya süt alın isterseniz tabi hangi marketten acaba?) Havana, içki cigar ve müziğiyle bu açığını kapayarak yüzümüzü güldürdü.

Mutlakalar
Capacanlı olarak latin jazz müzik dinlenilmesi ve yanında iki içki beleş bi akşam yaşanılması şart… Eğer bu sizi kesmediyse, Old Havana’nın en turistik sokağına (devrim karşıtı kapitalist düzenin turistlerin ayaklarına serildiği) girip beğeninize hitap eden canlı müzik duyduğunuz herhangi bir cafede az yemek öz müzik ziyafeti yapılmalı…

Eğer doyulmamış aç kalkılınmışsa Hemingway abininde bolca ziyaret ettiği otelde birer Daiquiri (sefasına düşkün Hemingway abinin içkisi) içilmeli, tabi piyano sesi eşliğinde… Tam sarhoş olunmadıysa aç karnına yine canlı müziğin icra edildiği bir restoranda bir Cuba Libre ya da Mojito çakınız… Hala aç mısınız? O zaman aç karnına bir Pinacolada içip artık sarhoşluğunuzun sefasını sürebilirsiniz… Unuttuysanız hatırlatayım yemek Havana’da pek fazla tüketilmiyor, tüketilemiyor.

Eğer tütünsever arada bir keyiften tellendiririmci iseniz Havana purolarını şiddetle deneyiniz… Puroyu sokakta size saldıran edepsiz teyze ya da amcalardan katiyetle almayınız. Tıpış tıpış Tobacco müzesini bulup kazık yemeden el yapımı olmasına dikkat ettiğiniz, sert, orta ve hafif dereceli purolardan sorarak alınız…

Purolar el yapımı ve fabrikasyon olmak üzere iki ana sarıma ayrılmış. Bunlar kendi içerisinde; strong, medium, soft ve aromatik olarak birçok zevke hitap ediyor. Devrimsel ve dumanlı bir yazıdan sonra Tulum gurmede görüşmek dileği ile özgür ve mutlu kalın…

3 Ocak 2010 Pazar

Deniz, kum, güneş ve bol dalga, işte Karayipler!


Meksika’nın Karayip sahillerinde niyetiniz deniz ve güneşse birkaç belirgin rota var. Cancun, Playa de Carmen ve Tulum. Cancun, sahil boyu sıralanan birbirinden lüks binlerce oteli, satıcıları ve Amerikalı bol çocuklu turistleri ile baştan ilgi alanımızın dışında kaldı. Diğer alternatif Playa de Carmen’de de durum Cancun’dan çok farklı değil ancak buranın asıl olayı Meksika’nın parti mekanı oluşuymuş, pek parti insanları olmadığımızdan burayı de elemekte zorlanmadık. Tulum ise uzuuun bir sahil boyunca sıralanmış Karayiplere arkadaş bungalovları, ufak sahil restoranları ve dinmeyen dalgalı denizi ile daha çok backpackerlar ve huzur arayanların mekanı.

Elimizde fazladan bir 5 gün olunca ve Tulum’da bütün davetkarlığı ile bizi çağırınca, biz de buraya gelmeye karar verdik. Karar vermek kolay olsa da iş kalacak makul bir yer aramaya başlayınca, eli kulağındaki yılbaşı münasebetiyle olanaksızlaşmaya başladı. Tam o esnada ise orta boy Özel ailesi bize nefis bir yılbaşı sürprizi yaparak bizleri Coco Tulum’da Karayiplerle bütünleştirdiler. Kendilerine bu nazik davranışlarından ötürü tekrardan çok teşekkür ediyoruz.

Esasen buraya dair yazılacak çok fazla bir şey yok.

Kuş sesleri ile uyanıp, dalga sesleri ile uyuyoruz. Sabahları daha yüzümüzü yıkamadan biraz dalgalarla oynadıktan sonra, kumsalda bir iki saat hamak keyfi, ardından bir margarita ya da cocolocco, kumsalda aşağı yukarı yürüyüş, akşamına leziz bir yemek ve dolunayın altında uzun bir yürüyüş ya da tekrar hamak keyfi.

Günler böyle geçiyor işte, bugün bütün bunların üzerine deniz kaplumbağamı da görmüşüm. Daha ne olsun.

Bogota’da görüşmek üzere, sizleri Küba ve Tulum Gurme ile baş başa bırakıyorum.

Ben bugün su kaplumbağası gördüm


Üstelik de kendileri hemen 30 cm aşağımdan geçti, inanılmazdı. Küçük yüzgeçleri ile tini mini ilerledi sonra da kayboldu. Ardımda biricik sevgilim Tansucum olmasa muhtemelen hayvancağızı derinlere kadar takip ederdim. Karayiplerin dalgası bol denizinde şnorkel yapmak her ne kadar bir parça zorlasa da, her renkten balık ve benim için kaplumbağa ile pek şahane oldu.

1 Ocak 2010 Cuma

Less is more! Ya da koca bir kafa karışıklığı, Küba!


22-29 Aralık 2009
Hayatımı iki yarıya ayıracak olursam zamansal olarak ikinci yarının başından itibaren hep Küba’ya gelmek istedim, çok belirgin bir nedeni olmaksızın. Çokça sosyalizmin kalan son kalesi olmasından ötürü romantik duygularla, biraz Latin jazzını yerinde dinleme isteğinden, biraz ada olmasından, biraz da her şeye olan uzaklığından, bu dünyada ama değilmiş havasından ötürü. Herkese kafa tutan, nanik yapan halinden. Fidel ölmeden mutlaka Küba’yı görmeliyimcilerdendim. Sonunda üstelik de hayatımın ilk business yolculuğu ile Kübaya geldim –Yılbaşı ve Noel öncesinde uçak bileti hele ki makul fiyatlar içerisinde bulmak neredeyse olanaksız, olanaklı olunca da böyle Business sonuçlar doğurabiliyor, gelimselseniz en az 6 hafta önce biletinizi almak ve yer ayırtmak kurtarıcı olacaktır- Peki, aradığımı bulabildim mi, ne arıyordum ki? Çok zor iki soru oldu her ikisi de.

Öncelikle Küba’yı en azından gördüğüm kadarı ile Havana’yı sevdim, bana İstanbul’u , özellikle Karaköy ve Tünel’i hatırlattı, zaman zaman Beyoğlu’nun kayıp sokaklarında dolaşıyorum hissine kapıldım. Bir süredir denize kıyısız şehirlerde dolaşmanın verdiği, denizsizlik hissiyatından sıyrılmak için de iyi geldi, karayip denizine karşı uzun uzun yürüdüm, kendisi tarafından fena halde ıslatıldım. (dalgalara çok tikkat etmek gerekiyor, anlık bir dalgınlığınızda benim gibi donunuza kadar ıslanmak gayet olası)
Herkesin bambaşka bir hikaye anlatabileceği Havana ve Küba, benim için kocaman bir kafa karışıklığı ile başladı, öyle de bitti. Yollarda, en azından başlangıç anında kitaplara bağımlı yaşayanlardanım, şehri öğrenebilmek için bilgi toplamam gerek, sonra her ne kadar bu bilgileri bir kenara bırakıp kendi keşfettiğim yollardan yürüsem de, ilk etapta bilgi eşittir güç benim için. Cancun havalimanında internetin çalışmayışı, Küba’da ise zaten olmayışı-olanların saati 12 euro civarı- ve ellerinde olan tek kitabın İtalyanca olması sonucu Küba’ya beş sıfır yenik başladım. Sıradan her şey hakkında, sıfır enformasyon. Hangi otobüse binilir bilmiyorum hangi dolmuş bilmiyorum, turistler halkın kullandığı parayı kullanabilir mi, önceden okuduklarımdan bir fikrim var o kadar. Bir de kalacak yer sorunu var tabi, niyetimiz Havana’ya inince dolaşarak bir yerler bulmaktı, bir tane de not defterime kaydettiğim adres vardı. Sevgili uçağımız yaklaşık 3 saat rötar yapınca not defterim kurtarıcımız oldu, ertesi sabah dolaşırken de fark ettik ki, şehri gezerek bir yer bulma diye bir alternatif yokmuş, ev pansiyonculuğu gibi bir sistem işliyor ancak bu pansiyonları bilmeniz lazım ki gidebilesiniz, dışarıdan bakınca hiçbirinde tabela vs yok.

İlk gün bilgisizlik ancak benim öğrenmeliyiiim takıntım yüzünden, şehrin en güzel bölgesinde konuşlanmış olan sevgili konsolosluğumuza gittik. Haliyle çok şaşırdılar, hatta henüz yeni gelmiş olan konsolosluk görevlisi nazik insan “Küba da çok enteresan şeyle karşılaşacağım söylenmişti ama sizin kadarını hiç beklemiyordum” diyerek duygularını da açıkça ifade etti. En azından dolmuşlara ve otobüslere binebileceğimizi, - yasak da olsa-turist parasının yanı sıra, Kübalıların kullandıkları parayı da kullanabileceğimizi öğrendik, bir iki market tiyosu aldık ve 24 saat arayabileceğimizi de söyledikten sonra kapılara kadar uğurlanarak konsolosluktan ayrıldık, sanırım bundan sonra her yeni ülkede önce konsolosluğa gideceğiz, çok eğlenceli oluyor.

Sadece 7 gün kaldığımız Küba’da ne sistemi ne de insanların hoşnutluk ya da hoşnutsuzlukları konusunda ahkam kesebilecek durumda değilim, hemen hemen kimseyle tanışmadık, dolayısı ile insanlarla uzun sohbetler etmiş değiliz, bir iki taksi şoförü harici birincil elden fikir alma şansımız olmadı. Ama gözlemlerimize dayanarak söyleyebilecek şeyler var. İlk birkaç gün kaldığımız yerde yemek yapmak istediğimiz için-malum biz bütçeli bir yolculuktayız- market ve pazar ziyaretlerimiz oldu.

Marketler için yaklaşık 20-35 civarında farklı ürünün yer aldığı orta boyutlu bakkallar diyebilirim. Pazar ise, 5-6 çeşit sebzeden fazlasının yer almadığı, neredeyse tamamının kötü durumda olduğu ve bu kötü durumdaki sebzeler için insanların ciddi bir mücadele verdikleri bir yer diyebilirim. Bizim aldığımız papaya ve muzlar olmamış çıktı, belki bu şekilde bir kullanımı vardır ancak Küba mutfağına aşina olmadığımızdan kendilerini kullanamadık. Pazarlar oldukça ucuz, marketler ise turist olarak bize ucuz gelse de Kübalılar için o kadar da ucuz değiller. Ekmekler ise çok lezzetli +ucuz ve esasen karne ile verilmesine karşılık, biz her gün sorunsuzca aldık. Sanırım Küba’da hafif çapta bir gevşeme durumu hakim.

Eski Havana sokakları yavaş yavaş bir restorasyondan geçmeye başlamışlar, bir sokak yepyeni, birkaç adım sonra tekrar yıkık dökük binalar. Alışık olduğum Küba görüntüsü yıkık olanlar olduğundan diğerleri biraz eğrelti dursa da, güzel göründüğünü itiraf etmeliyim.

Dışı yenilenmiş içi ise aynı yıkıklıktaki binalarsa – evlerin kapıları genelde açık ve başınızı içeriye doğru hafifçe uzattığınızda boyası kalkmış dahası yıkılmış duvarlar ve eskimişlik gayet rahat görülüyor-, , aslında Küba’yı tarif ediyordu. Turistlere şirin gözükelim ve bu sırada onlardan mümkün olduğunca para toplayalım, bizimkiler ise dışarıdan bakınca havalı duran içi ise ne önemi var evlerinde oturmaya devam etsinler ve asla gidemeyecekleri hemen yanı başlarındaki lokantalara bakıp iç geçirsinler ama en azından bunu hepsi birlikte yapsın. Bu kısım önemli, dünya da sefaletin olmadığı tek bir ülke sayamayız ama Küba’da en azından her şey gibi sefalette ortak.

USA’ya karşı aslanlar gibi direnen Küba en azından Havana’da çoktan Ruslar, Hollandalılar, Fransızlar, Almanlar, İspanyollar ve araya karışan Amerikalılara teslim olmuş durumda. Bu iyi bir şey mi, kötü mü bilmiyorum. Turistler için bir şehir yaratırken kendi halkını unutmak, bir yandan da turizmi elini ayağına dolaştırmak. Halen-en şık yerlerde bile- meyve suyunu kutuyla getirmeye devam edebiliyorlar mesela.
Bütün bunların yanı sıra çok seksi bir şehir Havana, nerdeyse bütün erkekler ve kadınlar çok güzel, çok iyi vücutlu ve çok az giyimli. Meksika’daki tipsizlerden sonra etrafa bakmaktan nerdeyse şaşı olacaktım.

O kadar paragraf yazdım, halen bilmiyorum Küba hakkında ne diyebilirim. Fidel ve arkadaşları kuşkusuz iyi bir şey yaptılar ama filmin devamını ne kadar iyi kotardıkları biraz şüpheli, tamamen şüpheli diyemiyorum çünkü 1000 kişiyi kurtarmak için geri kalan 10 milyonu feda etmek çok daha insafsız olurdu. Ama bu şekli ile de çok insaflı gözükmüyor.

Biz turist olarak ilk 2 gün iletişim eksikliğinden kaynaklanan toplu taşıma dışında bir sorun yaşamadık, dolmuşlara binmeye çekinme durumu 3 gün itibarı ile bütün otobüslere dahi rahatça binmeye dönüştü. Kimse kimin neyi kullandığını takmıyor ama başlangıçta ufak bir gerginlik yarattığını itiraf etmeliyim. Sosyalizmin ağır havası zaman zaman şehrin üzerinde hissedilse de, genel hatları ile rahat bir şehir Havana. İnsanlar sokaklardalar, sahilde geçler diğer tüm ülkelerin gençleri gibi dans ediyor, müzik dinliyor ve öpüşüyorlar. Şehrin her köşesinde sinema ve her sinema da Amerikan filmleri olmasından ötürü genç arkadaşların büyük kısmı Amerikan filmlerinden çıkmış tiplere benzemekteler, Fidel’in istediği bu muydu pek emin değilim.

Sonuç olarak gerçekten de Küba’yı anlamak için 7 gün yetersiz bir süre, tek bir şehirde takılmak da. Ama biz sevdik, tavsiye ederiz, seyahat acentesi ile gelin, ama sınırlarınızı zorlayarak gezmeyi deneyin deriz.

Chichen Itza

18 Aralık 2009

Arka arkaya birbirinden şükela Maya kentlerini gezdikten sonra Chichen Itza’ya gitmeye biraz üşendiğimizi itiraf etmeliyim. Ancak kendilerinin dünyanın yeni yedi harikasından birisi seçilmiş olması ve en önemli Maya kentlerinden birisi sayılmalarından ötürü gitmemezlik etme gibi bir durum söz konusu olamazdı.

Gittik, gezdik, gördük! Diyebiliriz ki.

Chichen Itza’yı Amerikalılar ve kapitalizm istila etmiş. Kentin her köşesi, her yürüyüş rotası, tapınak, piramit ya da arkeolojik eser olmayan her yerde rengarenk tezgahları ile onlarca satıcı ve her tezgahın önünde kendini alışverişe kaptırmış bir grup bulunuyor.

Şehir çok güzel, binaların büyük bir kısmı çok iyi korunmuş durumda, diğer Maya kentlerinde olmayan mimari yapıları görebiliyorsunuz ama satıcılar denizi içinde ne yazık ki ruhunu kaybetmiş.

Binlerce uyaranın arasında ana fikre odaklanmak zorlaşıyor, algı ve konsantrasyon yok oluyor. Cengaver bir eski arkeolog olarak ben her ne kadar her şeyi en ince ayrıntısına kadar incelemiş olsam ve yarı Japon Tanzucuum da her anı fotoğraflamış olsa da bu kısmı da haber vermek istedik.

Merida, Yucatan çok leziz hakikaten…

16 Aralık-20 Aralık 2009

Guatemala’dan zor ve yorucu bir yolculuk sonrası Meksika topraklarına ve lezzetlerine ulaşmanın verdiği heyecan ile biz küçük Özel ailesi verdik yine kendimizi yemeğe ve gezmeye…
İlk Meksika durağımız olan Palenque’de, Merida yolculuğumuz öncesi otobüs terminalinde beklerken guruldayan küçük özel karınlarımızı doyurmak için ben Tansu kendimi yemek bulma avlanma görevine adadım. Terminale gelmezden önce dikizlediğim Taco’cuları bulmak için karıcığımı çantalarımız ile birlikte, güvenlikli terminal koltuklarında 10 dakikalığına bıraktım. Görev gayet ulvi ve kesinlikle çözülmesi gereken, gerçekleşmediği takdirde 8 saat aç kalacağımız ciddi bir sorumluluktu. Bu sorumluluk bilinci ile tacocular şakkadanak bulundu ve 30 peso karşılığında 6 adet leziz taco şipşak edilinip afiyetle yenildi.
Ertesi sabahın 5 inde Merida ile buluştuk. Zor da olsa bulduğumuz hostelimize yerleştikten sonra, kendimizi bu büyük kentin sokaklarına atıverdik. Biraz tourist information biraz tabanway geziden sonra tahmin edeceğiniz üzere kahvaltı etmek gerekliliği ile gözümüze kestirdiğimiz güzel bir yere oturuverdik. Merida ve Yucatan mutfağının methini kitaplardan ve ordan buradan okumuş ve duymuştuk. Garson Amigo beyefendi menüyü uzattığında desayunos (kahvaltı) yazan bölüm çok ilgi çekici idi. Kendimize hemen Yucatan’a özgü otlarla hazırlanacak olan omletlerimizi ve kahvelerimizi ısmarladık. Aman yarabbim o ne lezzetli omlet idi… Kahvaltının diğer sürprizi ise; garson amigo beyefendinin boşalmakbilmez kahve fincanlarımızı, durmakbilmez bir kibarlık içinde durmadan doldurması idi. Artık son kertede ben dayanamayıp ‘ No mas, mucho gracias ‘ deyip İspanyolcayı söküverdim…
Merida bu ilk hareketi ile gelecek 5 günümüzün sinyalini veriyordu. Mutfağı olan hostelimiz için bir market alışverişi yapıp, Meksika mutfağındaki rüştümü kanıtlamak hevesi içerisine girdim. İlk akşam yemek yapmaktan vazcayıp, hostel sahibinin önerdiği mekana gidip, sopa de lime, panachos ve salbutes yedik. Merida ufak ufak gözüme girmeye başlamıştı. Sopa de lime bildiğimiz tavuk çorbasının içinde limeler yüzen şekli ve fakat çok lezzetli idi. Yucatan memleketinde limon yerine lime buldukları için farklı bir disiplinle yapmışlardı çorbayı. Diğer taco ailesinden gibi görünen panachos ve salbutes de tavuk eti didikli tacolar idi. Gayet lezzetli, doymuş olarak döndük ‘adresini zor bulduğumuz hostel’ odasına.
İkinci gün marketten aldığımız; domates, kuru soğan, lime, zeytinyağı ve avakado ile nachoslarımıza eşlik etmesi için bir dipsos hazırladım. Artık Meksikalı idim ve karıcığım çok mutlu olarak bunu da başarmanın verdiği gurula dipsos tabağını silip süpürdü. Afiyet olsundu yaşasındı.
Ertesi gün, bitanecik karıcığımın ilk gün görüp göz koyduğu Maya çikolatıcısına gittik. Pek hoş maya motiflerinin ve kakao dövüp perişan ettikleri alet edevatın arasından geçip, saks mavisi odadaki masaya oturduk. Karıcım americano ve ben maya kahvesi istedim. Doğal olarak yanına bir browni ile masamızı süsledik. Browni maya piramiti şeklinde ve kakao tarlasından çıkmış kadar zengindi ( çok lezeetli ve çikolata doluydu). Karıcığımın americanosu pek koyu ve fakat süt ile biraz olsun seyreltilebiliyordu. Benim maya tradisyonel kahveme gelince; bir tahta çöp ucunda kakao topu ve sıcak su dolu fincan geldi masaya. Kakao topunu suya daldırıp karıştırmak sureti ile hazır ediliyordu mayasal kahve. Tadına gelince; sıradan kahve anlayışı dışında baharatımsal hatta acı bir lezzete sahipti. Denemek güzel fakat bu deneyimi tekrar etmek anlamsızdı. O yüzden hesabımızı ödeyip çıktık mayasal cafeden.
Pazar günü gelip çattığında, biz de bir heyecan kıpırdanması ile Merida meydanına her Pazar kurulan ve binbir sokak yemekçisinin stand açtığı meydana attık kendimizi. Son günümüz olmasının verdiği coşkuyla her köşeden bir tat yakalayıp yuttuk. Taco’sundan Salbutesi’ne, adını bilmediğimiz wafflelımsıdan çok özel ve güzel mısır mayonez ve peynir karışımına kadar pek çok tat deneyip, sokak dans ve müzik gösterileri arasında günümüze son verdik… Merida Pazar günü sunduğu nimetler ile bizden bir aferin aldı. Artık Küba’ya, devrime devrimsel yaşamaya gitme zamanımız gelmişti… Küba gurmede buluşmak dileği ile özgür ve mutlu kalın…