1 Mart 2010 Pazartesi

nerde kalmıştık. Sucre ve Potosi


Geçmişin hayaletlerinin izinde…

Sucre Bolivya’nın bir zamanlar resmi başkentiyken uzun bir süre önce yerini La Paz’a bırakmış ama muhtemelen Bolivyalıların kalbinde halen başkent Sucre, zira La Paz’ın aksine huzurlu, bakımlı ve pek güzel. Sucre İspanyolca şeker manasına geliyor ve gerçekten de adını sonuna kadar hak ediyor. Bembeyaz koloniyel yapılar, irili ve irili kiliseler, batmayan bir güneş, yeşillikler altında bir meydan.

Biz zayıfladıkça, ağırlaşan çantalarımızla, kentin sokaklarında bir süre dolandıktan sonra tam merkezde nefis bir otele- güçlü Türk pazarlık gücümle, yarı fiyatı ödeyerek- yerleştik. Rahat oda ve 220 volt elektrik bulunca da derin bir oh çekerek bilumum tüylerimizle vedalaştık.

Buralarda gümüş varken ve İspanyollar büyük bir zevkle bu gümüşün tadını çıkarırken Sucre ve Potosi’de altın çağlarını-tabii ki sadece şanslı bir azınlık yoksa madenlerde çürüyen yerliler değil- yaşamışlar. Sucre dönemin izlerini halen taşırken, Potosi için aynı şeyi söylemek ne yazık ki çok zor.

Bolivya’ya gelmemizin nedeni rotamız olmasının ve diğer gezginlerin izini sürmenin yanı sıra, yakın ve uzak tarihin de izini sürmekti. Şehrin güzelliği ya da çirkinliğinden ziyade önemli olan orada olmak ve bir zamanlardan geriye kalanları yakından tanıyabilmekti. Bunu ne kadar başardık tartışılır ama, okuduğumuz onlarca şeyin gözlerimizin önünde tüm çıplaklığıyla duruyor oluşu gerçekten eşsiz bir deneyim oldu.
Sucre’de aylar sonra bir kere daha kendimizi sefahatin kollarına bırakıp şehrin tadını çıkarırken, bir zamanların gümüş imparatorluğu Potosi’de, gözlerine madenlerin karanlığı çökmüş insanlara bakarken eğlendiğimizi söylemek çok zor.

Birbirinin içinden geçen beyaz sokaklardan oluşan Sucre’de onlarca bar, cafe ve restoran arasında seçim yapmak başlangıçta zor görünse de, Fransız olduğunu iddia eden ancak daha ziyade karma bir mutfak sunan-ki muhtemelen gurmede bay Zooda uzun uzadıya bahsedecektir- la taverna ve şehri tepeden gören X Cafe favori mekanlarımız oldu. 3 gün boyunca şehri dolaşırken ayaklarımız mütemadiyen bizi bu iki mekana çekti ve biz de karşı koymadık.

Bolivya diğer güney Amerika ülkeleri ve hele ki İstanbul ile kıyaslanınca oldukça ucuz, dolayısı ile normalde iki sandviçe ödediğiniz paralarla burada Fransız lokantalarından, manzaralı cafelere kadar bilumum şıkır yerde yiyip içme şansı mevcut. (fiyatlar hakkında ufak bir hayal gücü için 2 son kertede kokoş makarna, 1 şişe şarap, 1 havyarlı aperatif, 1 suflemtırak çikolata denizi kılıklı tatlıya 20 dolar ödedik)

Sucre’ye gelip sadece iyip içmedik tabii ki ve dünyanın en fazla dinozor ayak izlerinin olduğu parka giderek bu dev hayvanatlar gerçekten ne kadar büyüklermiş acabayı yerinde inceledik. Gerçekten çoook büyüklermiş, en büyüğü iki otobüs kadar falandı ve kendisinin tek bir ayak izi de 3 adam büyüklüğündeydi desem hiç de abartmış sayılmam. Bu dino parkı benim açımdan aynı zamanda epey bilgilendirici de oldu, meğerim dinoların bir sürü farklı modeli varmış ve göç ediyorlarmış. Güney Amerika’nın kuzeyi ve güneyinde yapılan bir takım araştırmalar sonucu kendilerinin birbirlerine misafirliğe gittiklerini keşfetmişler, o koca ayaklarla seyahat pek bir sorun yaratmıyordur tabi. Bazı dinolarında sadece 2 ayağı ve 2 de ne idüğü belirsiz kanatımsı kolları vardı, bu kolları kullanmıyorlarmış ve sandığımın aksine kocaman olanlar daha dostane iken ufaklıklar daha saldırgan ve cadalozmuş. Dino parkında kötü olan tek şey, hemen yanı başındaki çimento fabrikası ve bitmek bilmeyen inşaatı, hem inşaat hem de toprak kaymaları yüzünden her sene bir sürü dinazor ayak izini kaybeden parkın bu salak fabrikayı bölgeden uzaklaştırmak için ne yazık ki yapacağı hiçbir şey de yok, zira parkın arazisi fabrikanın mülkü ve sadece dino ayak izlerinin olduğu duvar kültür mirası olarak geçiyor, onlarda tüm umutlarını UNESCO’ya bağlamışlar. Bu da çok tipik bir Güney Amerika tavrı, kendileri pek bir şey yapmayıp kaderlerini sürekli daha güçlü bir başkasına devrediyorlar.

Sucre’deki sefahat günlerimizi terk edip Potosi’ye vardığımızda sonunda dünyanın en yüksek şehrine de varmış olduk. Denizden yüksekliği 4090 metrecik. Pazar günü olması nedeniyle şehir ölü kıvamında olduğundan ilk gün boş sokaklarda dolanarak gümüş dağının hayaletlerinin izini sürsek de asıl hayaletlerle pazartesi sabahın erken saatlerinde karşılaştık ve aynı günün akşamında da kenti terk ettik.

Potosi’nin dört bir yanına dağılmış onlarca Western Union şubesi önünde avurtları çökmüş, üzerleri lime lime ama şubeden içeri girerken şapkasını çıkaran amcalar bu gezinin en iç kıyıcı görüntülerini oluşturdular. Şehrin altını binlerce delikli bir peynire çeviren madenlerden geriye, para kazandıracak pek bir şey kalmayınca, eski maden imparatorları ellerini buralardan çekmiş ve madenler, minik kooperatifler tarafından özelleştirilmiş. Bugün ise hiçbir şey çıkmayacağını bilse de halen yüzlerce adam ve çocuk madenlere inmeye devam ediyor, olurda ufacık bir parça gümüş bulurlar ve ailelerini geçindirebilirler diye.

Turistlerin Potosi’ye akın etmelerinin nedeni de bu madenler, şehrin dört bir yanına dağılmış onlarca acente her sabah onlarca turisti madenlere turistik atraksiyona taşıyor. Madenci marketinde, madenciler için alınan bilumum hediyenin –coca, alkol ya da dinamit- ardından madenlere gidiliyor ve gerçek madencilerle birlikte bir gün bir saatliğine madene girilerek turistlerin “işte gerçek bir madene de girdim, yaşasın” hissine sahip olması sağlanılıyor.

Biz gitmedik, madene girdikten 10 sene sonra öleceklerini bile bile 13-14 yaşında çocukların çalıştıkları bu zehir kuyularına hayvanat bahçesine gider gibi gitmek istemedik, her ne kadar Lonely Planet unutulmaz bir deneyim olarak nitelendirse de.
Potosi’den çölün içinde 3 gün kaybolmak üzere Uyuni’ye gidiyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder