27 Mart 2010 Cumartesi

Macera dolu Torres del Paine

Puerto Natalales’e gelirken niyetimiz bir gün dinlenmek, bir iki gün Torres del Paine Milli Park’nı görmek ve yola devam etmekti. Sonra ansızın fark ettik ki bizim daha çok vaktimiz var ve Puerto Natales’de kaldığımız hostelin mangalı mevcut. Üzerine Şili’de en baba etin kilosu 7-8 TL civarında olunca, önce biraz dinlenelim güç kuvvet toplayalım, Torres planını da iyice yapalım diyerek hostele yerleştik. Yerleşiş o yerleşiş.

Torres del Paine 220 bin hektarlık bir alana yayılmış devasa bir park, Şili’nin medar-ı iftarlarından. Dünyanın dört bir yanından her yaştan insan çadırını, tulumunu, matını kapıp buraya geliyor. Sıkı sıkıya giyinmiş olan bu doğasever insanların amacı W rotası denilen kısmı tamamlamak. İki dağ arasında kalan 2 ayrı yolu yürüyünce w şekli gibi bir şey oluşuyor, rota da adını buradan almakta. Takriben 4-5 gün süren rota boyunca aralardaki kamplarda konaklayıp, yolunuza devam ediyorsunuz, bitirince de yarı ölü ancak oldukça gururlu bir ifade ile şehre geri dönülüyor. Bu model insanlardan hostelde otururken bir sürü gördük.

Bir de parkı bizim gibi gezmeyi tercih edenler var demek isterdim ancak herkesin gıpta ve şaşkınlık arası bir nida ile karşılamasından anladığım kadarı ile bizim durumumuz pek yaygın değil bu coğrafyada.

Biz diğer parkgezerlerin aksine malzeme ve dirayet eksikliğimiz neticesinde ve ne yalan söyleyeyim daha az sefil şartlarda parkı keşfetmek için araba kiralamaya karar verdik. Araba ile W rotasına gitmek olası olmasa da parkın geri kalanını dolanarak w’da başınıza gelebilecekler konusunda süper fikir sahibi olunabiliyor.

Hava muhalefeti nedeniyle hostelimizde oturmuş güzel güzel arabalı yol planımızı yaparken, bir süre önce CS sayesinde varlığından haberdar olduğumuz taze Güney Amerika seyyahlarından Engin’den mail geldi. Biz de Engin’i beklemek için bir gün daha kampı erteledik.

Engin’le buluşmak üzere gittiğimiz hostelde, “ ufacık şehirde bir anda ne kadar çok Türk olduk” derken Torres del Paine’lerde rehberlik yapan Cem’le, alışveriş için markette kendimizi kaybetmişken Melike ve Gülcan’la karşılaşınca yolun Türklerle karşılaşma limiti de doldu.

Bir süre öyle mi yapsak yoksa şu daha mı iyi olur şeklinde ne idüğü belirsiz konuşmadan sonra Engin’i de eklemek sureti ile 4 kişi, 1 gece Torres’lerde konaklamalı 2 günlük bir araç kiralamaya karar verdik, o karar her nasıl olduysa araç kiralanan mekanda 3 güne çıktı. Takriben 50 sandviç ekmeği, sayısını bilemediğim kadar meyve, 4 litre kadar şarap-sırf içimiz ısınsın diye- bilumum ıvır zıvır doldurarak marketten çıkıp gelecek 3 gün evimiz olacak araca vardık. Efe tamamen kendinden emin bir ifade ile açtı bagajı her şeyi güzelce yerleştirdi. Sonra da kapıyı açmaya gitti, zorluyor zorluyor heyhat kapı açılmıyor, neden acaba, çünkü biz 4 zekâvet Türk aynı renk ve modelde başka bir arabanın içine güzelce 3 günlük malzememizi yerleştirmişiz, bizimkisiyse kuzu kuzu hemen önümüzde durmaktaymış. Neyse ki, az evvel kendisine 15 kadar torba armağan ettiğimiz yanlış araç, arabayı kiraladığımız yere aitmiş de besinlerimizi kurtarabildik.

Aynı günün gecesi, Cem’in doğum günü olduğundan, hazır o kadar Türk bir araya gelmişiz, bu donmaya bir adım kalmış memlekette bir garip Türk arkadaşımızı yalnız bırakmayalım diye kendisi tarafından davet edildiğimiz bara gidince gruba bir Türk daha eklendi. Herhalde birkaç saat daha kalsak İstanbul’un nüfusuna yakın bir sayıya erişecektik de, sabahın kör karanlığında yola düşüleceğinden son rahat uykumuzu uyumak üzere hostelimize geri döndük.

Milli Park şehirden 150 km uzaklıkta ve yolun bir kısmı pek berbat. Bizim gibi keyif pezevengi olmayıp normal bir turist gibi davranırsanız saat 8 gibi şehirden kalkan otobüslerle 2,5 saat gibi parka varılıyor. Araç katkılı ekibimizse tamamen duygusal nedenlerle karga kardeşlerle birlikte kalkarak yola koyuldu. Arjantinliler kadar olmasa da Şilililer de az gevşek tipler değiller, mesaiden önce parkın kapısında duran pek kimse olmuyor-tabi doğru kapıyı biliyorsanız- Netice itibarı ile ilk gün elimizi kolumuzu sallayarak milli parka girişimizi gerçekleştirdik.

Daha önce katıldığımız bir toplantıda rüzgarın gücünü tuhaf şaklabanlıklarla anlatan abinin her ne kadar beceriksiz bir şaklaban olsa da rüzgar konusunda mübalağa yapmamış olduğunu parkın içinde arabanın kapısını ilk açmamızla birlikte anlamış olduk. Bir zamanların motorperveri Efecanın dediğine göre sayın rüzgar kimi noktalarda takriben 150 km hızla esmekteymiş, valla ben olayı daha iyi hissedebilmeniz için Taksim meydanında şemsiyeleri ters çeviren rüzgarı 100’le çarpmanızı önerebilirim.

İlk gün bu coşkun rüzgar eşliğinde ve parkın farklı bölgelerine yayılmış kapılardan çıkmayacak şekilde aşağı yukarı dolanıp, bilumum hayvanat ile muhatap olduktan sonra-dev bir akbaba, birkaç leş yiyici ve hayatımın ilk doğal tilkisi- gece oluverdi. Buraya gelmezden önce niyet arabada kalmak olduğundan arabayı çekecek kuytu bir yer arayışı başladı, ancak tabii bu iş dışarıdan bakıldığı kadar kolay değil. Öncelikle riskleri var, şöyle ki parkın içinde belli kamp alanları var ve bunların dışında bir yerde kalmak hem resmi olarak yasak hem de pumasal olarak sakat. Diyelim ki gecenin kör vakti çişimiz geldi, araçtan inmek istedik, alim Allah bir tarafımızı pumaya kaptırmayacağımız garanti olmadığından makul fiyatlı bir kamp yeri arayışına geçtik. Yegane makul alan parkın dışında olunca da aman canım bu adamlar zaten gevşek sekizden önce nasıl olsa gireriz Türk mantığı ile gönül rahatlığı içinde parkı terk ettik. 4 fil bir vosvosa nasıl sığar ile birebir benzer şekilde zorlu bir gecenin ardından bir kere daha kargacanlarla uyanıp yola çıkıldı. Heyhat bir gece önce, devrisi sabahın erken saatlerinde kamplarını terk edeceğimizi söylediğimiz kamp bekçisi kişi kapıyı zincirle kapayıp etrafına da geçilemesin diye delikler açtığından bu eylem o kadar kolay gerçekleşmedi. Etrafta bir 15 dakika korna çalarak dolanmamızla kimse ilgilenmeyince 4x4’müz var canım pervasızlığı ve Engin’in cengaverliği ile attık kendimizi tarlaya ve hayrettir ki çıktık anlamsızca kapalı park alanından.

Aa sürpriz, sabah daha 7 bile olmamasına rağmen terbiyesiz park görevlileri ellerinde kahveleri kapıda oturmuyorlar mı? Sanki biz bir arkadaşa bakıp çıkacaktık dermişçesine kapıya kadar gidip ardından da tam bir zeka örneği sergileyerek geri vitesle ortamdan hızlıca uzaklaştık, tek kahve ile ayılmadıklarından olsa bekçiler duruma herhangi bir şaşkınlık göstermedi. Daha bir saat var açılışa nasıl olsa hissiyatıyla secret kapımıza doğru çılgın bir yolculuk başladı, ancak parkı çevreleyen gölü hesaba katmamışız, gölde kaç yüz kilometreyse artık git git bitmiyor, sekize 5 kala gibi mücadeleden vazgeçip B planı arayışına geçmiş dört Türktük artık.

B planı şehre geri dönüp, karşımıza ilk çıkan kafede sıcacık kahvelerimiz eşliğinde bir gün öncesinin fotoğraflarını bilgisayara aktarmak, sıcak bir mekanda olmanın dayanılmaz hafifliğinin tadını çıkarmak oldu. Arada Engin’in açık bıraktığı farlar yüzünden biten aküyü şarj etmek için şehirdeki kısıtlı sayıdaki arabaya yapmış olduğumuz maymunluğa değinmiyorum bile.

Devrisi sabah tekrar kargalarla son kez olarak yola düştük secret kapımıza doğru. Gayet kendimizden emin bir şekilde kapıya varınca yeni bir sürpriz, henüz ışıklar kapalı ancak kahverengiler içinde bir adamın belli belirsiz silueti gözüküyor, nasıl oldu halen bilmiyorum, adam sanki orada, yok değil derken ardımıza bile bakmadan girdik bir kez daha herhangi bir ödeme yapmaksızın Torres del Paine’den içeriye.

3.gün tüm çektiğimiz eziyete değecek kadar nefis bir hava vardı. Renk oyunları eşliğinde bir gün doğumunun ardından, her köşede onlarca fotoğraf çekerek parkın ilk gün göremediğimiz bilumum yerini soğuktan morarıncaya kadar dolandık. Özellikle araç katkısı ile ulaşılabilen Grey buzulu denen bölüm, her ne kadar Moreno kadar şaşalı olmasada epey bir mesud etti.

Buzulun hemen yanı başındaki kumsalımsı alanda türlü şaklabanlıklar eşliğinde uzun saatler geçirdikten sonra, gönüllü şoförümüz Engin tarafından 3 ayrı koltukta 3 ayrı pestil olarak son bir mangal gecesi geçirmek üzere sıcak hostelimize ulaştık.

Gelecek durak; Punto Arenas fekat öncesinde macerayı başka bir gözle görmek ve sefilliğimize gülmek için tıklayın

6 yorum:

  1. yav arkadaşlar kusura bakmayın, gezinin bundan sonraki kısmını Efe, the ezberbozan'dan takip edecem:) geberdim gülmekten. bana Ferit Edgü'nün Yazmak Eylemi kitabını hatırlattınız.:)

    YanıtlaSil
  2. Noktacııım,

    Ama ama kalbimi kırıyorsun, derhal Efe'yi terk ediyoruz :)

    YanıtlaSil
  3. peki, seni mi kıracağım:)

    YanıtlaSil
  4. Noktacım Efe'yi biz terk ediyoruz, sen terk etme tabii ki:) Evek kendisi komik yazıyor beni de sinir ediyor, ama iyi de oluyor bir yandan gezimizi şenlendirdi valla :)

    YanıtlaSil
  5. Sevgili Eda ve Tansu,
    İyi gezmeler, bizim için de görün (ama benim için yiyin, için, keyfedin). Hatta kartpostal göndermek isterseniz söyleyin adres vereyim...

    YanıtlaSil
  6. Merhaba Tijen,

    çok teşekkürler, görürüz tabii. Kartpostal içinde polente at gmail adresine mail atarsan tabiki göndeririz.

    sevgiler,

    YanıtlaSil