24 Kasım 2009 Salı

Ne var ne yok, işte size NEW YORK

‘Tıkırtı yapmadan uyanırız, ses etmeden erkenden kalkar dolaşırız şehri, tabi tabi kızcağızı rahatsız etmeyiz’ sözbirliği ile karıcığımla kapamıştık gözlerimizi ilk New York gecesi uykumuza…
Fakat şehir o kadar büyük ki yutuveriyor küçücük planlarınızı… Ne biz erkenden kalkabildik, ne de vücutlarımız istifini bozup kalk dedi bize… eee haklı vücutlar, kendileri 13 saat uçtular.
Pek de erken sayılmayacak sabahın 10:30 unda, iki sırt çantalarımız, botlarımız, polarlarımız ve yakışıklı güneş gözlüklerimiz eşliğinde misafiri olduğumuz Lynn kod adlı ABD uyruklu New Yorker kadının, Queens semtindeki evinden ilk adımlarımızı attık sokağa… New York hiç Amerikan şakası yapmıyor gayet sıcak ve pırıl, fakat ufaktan eserek polarlara verilen paranın hakkını veriyor hem de hiç vize sormadan. Ayrıca Manhattan’ı televizyon dışında görecek olmanın verdiği heyecan ile gören yerlerim (gözler) esintiye yelken açarak vücudumun daha da ürpermesine neden oluyor.
Metro durağına geldiğimizi harita yardımıyla parmaklıyoruz karıcımla. Metroya ulaşmak için birkaç adımlık merdiveni aşağıya doğru kat ettikten sonra, metroya binmemizi şehri gezmemizi olmadı otobüse binmemizi yok yanlış mı bindin in o zaman başka metroya bin gibi faaliyetleri gerçekleştirecek olan bir haftalık sınırsız ve sinirsiz metro kartımızı alıyoruz otomatik kart makinesinden. İster cash ister kredi kartı olan seçeneğe kredi kartı olarak cevaplıyoruz. Kartlarımız elimizde turnikelerden geçip bir kat daha aşağı inip film karesi metro raylarına bakıyoruz. Evet evet geliyor işte metromuz. Çok hızlı gelen tren. Çok hızlı durup çok hızlı kalkıyor. Anlaşılan feci hızlı bir yaşam var bu şehirde. Metrodaki ankösör amca uyarıyor bizleri ’Stand clear of the closing doors please’ –kapıya tikkat edin yawrım- çok kibar ankesör amcaya herkes itaat ediyor. İneceğimiz durağa yaklaştıkça kalbim ‘ben buradayım ve nasıl atıyorum ama’ hava atışıyla gümbürdetiyor göğüs kafesimi.
Durağa geliyoruz ve çok hızlı duruyoruz, kapılar açılıyor ve trene binecek olanlar önce ineceklere yol veriyor. Daha yukarı çıkmadan bu hareketle gözlerim yaşarıyor; aferin len Amerikalılar. Anlaşılan gözlerim daha çok mesai yapacak gibi. Turnikelerden çıkıyoruz ki burada turnikeler iki yönlü – hem giriş hem de çıkış için kullanılıyor, girenler kart slip ediyor- tahmin edeceğiniz gibi kim önce turnikeye yanaştıysa diğer taraftaki ona yol veriyor. Bu hareketlerden sonra gözlerimi silmekten vazgeçiyorum zira sildikçe yeni bir şok ile yaşarıyorlar. Göz silme işini çok fena gereksiz bularak yaşlı yaşlı bırakıyorum.
Yukarı çıkıp hem güneş ışığıyla hem de DEV binalarla tanışıyoruz. Güneş ışığı tanıdık ama gökdelenler binalar bir hayli yabancı. Kendinizi karınca gibi hissettiren bu Manhattan mabedi yürü yürü bitmiyor. Aveneuler aveneuleri streetler streetleri kovalıyor olan ayaklarınıza oluyor. Ne oluyorsa oluyor güzel oluyor. Binalar sırasıyla geçit törenindeler. Empire State Building. Chrysler Bulding. Rockefeller yürü babam yürü bak babam bak… em pire bina (en yüksek) Empire Building oluyor. Önünde çeşitli siyah amcalar rapengiz hiphopcan tavırlar ile önce havyadoin sonra bilet alır mısın deyişlerinde bulunuyor. İlk günümüzde tepelere çıkmayıp tabanlarımızı şişirmeye devam etme kararı alıyoruz ve bloklar arası çok güzel birçok kare çizdikten sonra günün son noktası olarak belirlediğimiz CENTRAL PARK’a geliyoruz. Son nokta o kadar büyük bir nokta ki gezme eylemi bir türlü noktalanamıyor… biz de karıcımla ayaklarımızı unutmak için midelerimize yüklenip tek hamlelik ve ücreti ile ters orantılı hotdoglarımızı mide bastırma niyetine yutuyoruz. Çok fena fotolar çekmeye devam ediyor dizilerde gördüğümüz yerleri birbirimize gösterip 2 saatlik bir aaaaa bak turundan sonra günlük gezimize son veriyoruz…
Queens’e döndüğümüzde saatlerimiz Amerika saatiyle on buçuğu gösterirken midelerimiz artık bu saatte açık olabilecek en makul yeri gösteriyor. Mc donalds gibisi yok. Ama Türkiye’deki Mcdonaldslardan bahsediyorum, çünkü Amerikanın bir tek mcdonaldsları kötü sanırım. Karıcım yarısını yiyemiyor ben ise tad alamıyorum. Lynn ablanın evine otobüsü beklemeden bir an önce varmak için tabanlarımızla son bir anlaşma yapıyoruz. Çoook yürümüş olan Öözel çifti, kendilerini konuk eden ablanın sıcak evine vardıktan az bir Amerikan sohbetinden sonra yataklarına doğru tabanlarına çok basmadan usulca gidiyorlar. Usul usul mışıl mışıl uyuyorlar…
The Day After…
İkinci gün birinci günden daha uyumaklı kalkıyoruz çook rahat yatağımızdan. Lynn’in bize hazırladığı ‘This is for you guys’ Amerikan mısır gevreği kahvaltısından sonra aynı yol istikametinde metroya varılınıyor.
Bu gün aşağıları feth edicesss. Ellis island ve Özgürlük heykeli. Bu island kelimesinden anlayacağınız gibi sudan bir yol ile varılacak özgürlüğümüze… Bilet lazım oluyor bu su yolundan gidecek olan ferry zımbırtısı için. Hemen beyaz atlı polisime soruyorum. Çok karizmatik cevap veriyor çok Amerikan ve aatı da bir o kadar arap atı olan polisimiz. Bileti alıyoruz herkes çok kibar. Kibar kibar sıradan geçiyoruz kibarca kapıya geliyoruz ve kibarca çantalarımızı kontrol için makineye koyuyoruz. O da ne çok kibarca çantalarımız açılıyor ve kibarca İsviçre çakımız ve laptopumuz soruluyor. Hayır biz terörist değiliz ve ülkenize gelirken tüm kontrollerden geçtik. Arkadaki Police Ofisere yönlendiriliyoruz laptop check ediliyor OK, ama çakımızı vermiyor Oficer amca, Ama biz 6 aylık bir gezideyiz ve o çakı bize hediye… yok diyor ama isterseniz zincirini alın. Zinciri alıp ne yapıcaz ki terbiyesiz bakışından sonra çok kibarca çok sinirli biniyoruz ferrye. Bu ne biçim perhiz bu ne lahana turşusu bakışlarla çok özgürlüksüz bakıyoruz bayan özgürlük heykeline… İlerleyen saatlerde deniz havasının rahatlatıcı etkisi ile gezimize devam ediyoruz. Mültecilerin ülkeye girmeden önce kontrolden geçtiği müzeyi geziyoruz… sanırım o eski zamanları daha iyi anlamamız için offiser amca bir mesaj patlatmış olmalı bize…
Ferrye binip geri dönüyoruz. Wall Street ve para ile alakalı bilumum dev binaları gözlemledikten sonra downtowndaki ticketçıdan broadway şovu deneyimlemek üzere hair müzikaline %50 indirimle iki bilet alıyoruz. Downtown ve kısmı sohoyu gezdikten ve şirin bir kafede hem internet hem de bira kahve filan tattıktan sonra Hair müzikali için Broadwaye doğru metroluyoruz. Broadwayin gecesi göz kamaştırıcı arık gözlerim n e yapacağını bilemiyor. Müzikalden önce çok nefis İtalyan ayak üstücü pizzacıda dilim pizza yutuyoruz.
Ve şovvvvvvvvv. Hayli etkileyici bir müzikal izliyoruz. Tek sıkıntım oyunun başrolündeki adamın karıcıma ‘ i love you too baby’ diyerek alnından şapırt öpmesi eylemi idi. Artık çok kibarlaşan ben ‘ben de seni bebeğim iadeyi ziyareti ile öpecek idim fekat ön sıralarda oturmanın verdiği sarhoşlukla oyunun akışına bırakmışım kendimi. Bu noktada Ebru ve Emreye teşekkürlerimizi bir borç biliyoruz…
Yine çok yorgun olan biz yine 25 dakikalık metro dönüşü ile ve metrodan indiğimiz durakta bu sefer otobüsü yakalayarak dönüyoruz Amerikadaki evimize… Çok yorgunuz Lynn ile 10 dakika lafladıktan sonra uyuya kalıyoruz dev şehirde karınca bedenlerimizle…

1 yorum:

  1. efe'nin otobusune kamyonuna laf edenler,hemen metro maceralarini yazmis bakiyorum...
    fotograflar super bu arada...orumcek adamin totosu gozumden kacmadi diil...

    YanıtlaSil