9 Ocak 2010 Cumartesi

Kolombiya turizm tanıtım ofislerine gittiğinizde arkadaki büyük ekranda dönen bir film karşılıyor sizi, 20 yıl önce bir filmde oynamak üzere gelen İtalyan, hayatının 2 büyük aşkı ile karşılaşıyor. Karısı Linda ve şehri Cartagena, o zamandan beri de iki aşkıyla beraber ve her gün bir film setindeymişçesine yaşadığını söylüyor, harika görüntüler eşliğinde. Ardından beyazlar içinde başka bir kadın belirip kendi hikayesini anlatıyor, Medellin sokaklarında dolaşırken. Arjantinli, bir Kolombiyalıya aşık oluyor, çocukları doğup büyüyünceye kadar Arjantin’de yaşıyorlar, sonra baba köklerini göstermek istiyor oğluna, Medellin’e geliniyor ailecek birkaç haftalığına derken, artık hepsi Medellin’de. Birbiri ardına devam ediyor mini filmler, ortak söylence Kolombiya halkının iyi niyeti ve yardımseverliği. Hepsinin sonunda aynı motto, Kolombiya’nın tek tehlikesi, Kolombiya’dan ayrılamamak.

Gelelim bizim hikayemize, Kolombiya’yı çok sevdik, ama ayrılacağız tabii ki, neyse ki birkaç günümüz daha var.

Hangi rehber kitabı açarsanız açın, sizi önce bir silkeliyorlar, Kolombiya ve tehlikeleri üzerine, başınıza gelebilecek felaketler tek tek sıralanıyor. İtiraf etmekte sakınca yok, biz de başta hafiften bir tedirgin olduk ama vermişiz yüzlerce doları sırf Bogota’ya ulaşmak için. Yerleştik Meksika’dan son kez uzaklaşmak üzere koltuklarımıza.

Bogota’nın ilk sürprizi, bu kez hostel yerine Couchsurfing – kanepe sörfü- üzerinden tanıştığımız Luis Fernando ve Diana’nın evinde kalıyoruz. Bizi 3 gece kendi evlerinde bir gece de Diana’nın ailesinin yavru sarayında konuk eden Luis Fernando-Diana ikilisi, aileleri ve diğer arkadaşları Kolombiya halkının, daha gümrük kuyruğunda başlayan nezaket ve yardım severliğini son kertede yaşatıyorlar. Meksika’da kaybettiğimiz “insanlara güvenelim “ iyimserliğimizi tekrar kazanmaya başlıyoruz.

Bogota büyük bir şehir, gerçekten şehir büyüklüğünde olanlardan. Buraya gelmemizin asıl amacı Peru vizesi edinmek olduğundan ilk gün vaktimizin büyükçe kısmını son kertede sevimli Peru konsolosluk ekibiyle geçirip devrisi gün 12 aylık vizemizi yapıştırıveriyoruz gittikçe daha bir afili görünmeye başlayan ancak hiçbir gümrükçünün yardımsız anlayamadığı TC pasaportlarımıza.

Bir günde vizelenecek olmanın verdiği mutlulukla kentin en yüksek tepesi Monseratti’ye çıkıp Bogota’yı şöyle bir kuşbakışı süzüyoruz. Tepeye varmanın 2 yolu mevcut, kırk katır mı yoksa kırk satır mı tekliflerinden kırk katırı seçerseniz finüküler adlı kutunun içinde ağaçların tepelerinden süzülerek, kırk satır derseniz dimdik yukarı uçan bir metro aracılığı ile Monseratti’ye varılıyor. Bizim şansımıza kırk katır çıktı ve fekat Tanzu pek eğlendi.

Ertesi gün Bogotasal yeni bir sürpriz olarak, havaalanı turizm ofisinde bilgisini edindiğimiz turistler için düzenlenen ücretsiz şehir turuna katılmak niyetiyle gene fazlası ile nazik turist ofisi görevlisi bayana isimlerimizi yazdırdık. Ancak ufak bir detay unutulmuş, tur tamamıyla İspanyolca verilmekteymiş, olsun dilimiz gelişir diyerek takılıyoruz tur görevlisi polis beyin ardı sıra La Candeleria sokaklarını turlamaya. La Candeleria, Bogota’nın koloniyel dönem yapıları ile ünlü eski şehri, bizim Sultanahmet’in çok derli toplusu denilebilir. Bilumum kilise, meydan, müze tanıtımının ardından polis abi ile yollarımızı ayırarak, La Candeleria sokaklarını yardımsız dolaşmaya devam ediyoruz. Şişmanlığa övgü niteliğindeki Botero ve Altın Müzesi tartışmasız favorilerimiz.

Yaşayan en ünlü ressam olarak kabul edilen Fernando Botero tarafından Bogota’ya hediye edilen Botero müzesindeki eserlerin büyük çoğunluğu adından anlaşılacağı üzere Botero’ya ait ve bu resimlerde her şey şişman, harika ve şişman. Altın Müzesi içinse şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu adamlar altını bol bulmuş ne yapacağını şaşırmış, deniz kabuğu bile altınla kaplanır mı be adam?

Ama dahası var.
Tuzdan bir dünya

Vasconcoles kitaplarının ana karakteri Zeze ile tanıştığımdan beri tuz madenlerine karşı büyük bir merak içerisindeydim. Bogota yakınlarındaki Zipaquiri kasabasında halen kazılmakta olan bir tuz madeninin yanı başında daha doğrusu yanı dibindeki bir zamanlar tuz madeni olarak kullanılırken, günümüzde yenilenmiş şekli ile turistlerin hizmetine sunulan tuz katedrali merakımı biraz olsun gidermeme yardımcı oldu. Sağ olsun. İlk inşa amacı madencileri dini duygularla ile gaza getirerek yaptıkları bu çok acayip zor işe katlanmalarını sağlamak iken giderek işin rengi değişmiş ve eski kilise büyütülerek ve iyice derine yayılarak turistik bir görünüme kavuşmuş. Bizim şansımıza işine pek aşık bir rehbere rastladık, önce büyük gruba hızlıca İspanyolca anlattıktan sonra her şeyi bir kere de bize İngilizce anlattı. Ben de tabi fırsattan istifade binlerce soru sordum. Tam yeni bir soruya geçecekken madenden yukarı çıkan merdivenlerden birisini göstererek buradan yukarı çıkarken üst basamaklara doğru üzerinde bir ağırlık hissedeceksin, madencilerin hayaletlerinden birisi sırtında yukarı çıkmaya çalışıyor olabilir demez mi, o dakikadan sonra kendisi ile muhatabı derhal keserek olay yerinden uzaklaşıldı ve evet merdivenin sonunda sırtımda gerçekten de bir ağırlık vardı, neyse ki aynı ağırlıktan Tansu’da da oldu.

Aynı günün gecesinde, sevgili ev sahiplerimiz Diana, Luis Fernando, kuzenleri ve arkadaşları ile birlikte Bogota’nın biraz dışındaki binlerce detayı ile göz kamaştırıcı bir et lokantasına gittik. (lokanta dediğime bakmayın, içerisinde yaklaşık 1200 kişinin çalıştığı stadyum büyüklüğünde bir eğlence adası da diyebiliriz. Her köşede farklı bir detayın yer aldığı “Andres Carne” şayet Kolombiya’ya giderseniz mutlaka gitmeniz gereken adreslerden. (Bu noktada Gurme köşesinden rol çalmamak için konuyu kısa kesiyorum)

Gecenin ertesinde Bogota’ya ulaşım biraz zor olacağından bir tomar insan Diana’nın ailesinin masal şatosu kıvamındaki evinde konakladık ve bir kere daha Kolombiya halkının derin konukseverliğini sonuna kadar yaşama şansına erdik.

Bogota kısmını bu şekilde sonlandırdıktan sonra Cali’de çılgın bir salsa gecesine gitmeden önce herkese sevgiler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder